Belki de Suriye ve İran rejimlerinin en önemli ortak paydası, kendi halkına karşı şiddeti yaygın olarak kullanmalarıdır. İktidarda kaldıkları yıllar boyunca, askeri –güvenlik birimlerini kendi halkına karşı kullanmaktan çekinmediler. Rejimi tehdit etmedeki derecelerine göre bireylere ya da gruplara karşı özel operasyonlar yürütmekten geri durmadılar. Bazen de bu operasyonları, dolaylı da olsa rejimi tehdit etme ve değiştirmeyi amaçlayan Suriyelilerin veya İranlıların tehditlerine karşılık olarak ihtiyati tedbir bağlamında gerçekleştirdiler. Her iki rejim de, bu türden askeri-güvenlik operasyonlarını sürekli artırdılar ve gerektiğinde komşu veya uzak ülkelerdeki askeri-güvenlik birimleri yoluyla ya da onlara bağlı milis ve gruplar aracılığıyla operasyonlar düzenlediler. İki rejim de, ülke üzerindeki hegemonyalarını güçlendiren ve iktidarlarını korumayı mümkün kılan benzer yapılarda askeri-güvenlik birimleri kurdular. Bu türden birimleri, ordunun yanı sıra kurulmuş askeri-güvenlik oluşumları olarak değerlendirebiliriz. Bunlar daha ziyade seçkin özel askeri birliklerdir. Muhammed Ali Caferi liderliğindeki “Devrim Muhafızları” İran örneğini oluştururken, Mahir Esed liderliğindeki “4.Tümen” Suriye örneğini oluşturmaktadır. Her iki seçkin oluşum da paralel bir ordudur, ana hedefi her iki ülkede de rejimi korumaktır. Bu askeri-güvenlik yapının içerisinde silahlı milisler bulunmaktadır, bunun Suriyedeki en son örneği, 2011den sonra diğer milislere ek olarak Suriye devrimini önlemeye yönelik kurulmuş olan Milli Savunma Kuvvetleridir. İran örneği ise, ülke çapında dağılmış onlarca yerel milisleri bünyesinde barındıran Besiç milisleridir. Bu iki rejimde İstihbarat servislerine özel önem verilir ve kollanır, zira rejimin başı kabul edilmektedir. İstihbarat faaliyetlerinin koordinasyonu, Suriyede Ulusal Güvenlik Bürosu, İran’da ise İstihbarat Koordinasyon Konseyi tarafından sağlanır. Çok sayıda görevleri olmasına rağmen, her iki istihbarat biriminin ortak hedefi rejimi korumaktır. Esed rejimi ve İranlı mollalarının birbirine yakın güvenlik-askeri yapısını, sadece mevcut rejimi korumaya yönelik bir arayış olarak değerlendiremeyiz. Çünkü bu görev tüm ülkelerde var. Bu iki rejimin güvenlik-askeri birimlerini diğerlerinden ayıran yön, yaptıkları operasyonların mahiyetinde gizlidir. Her iki rejim de operasyonlarını kendi halkına ve muhalif güçlere karşı gerçekleştirmektedir. Bu muhalif güçlerin kim olduğu onları ilgilendirmez, bunlar barışçıl değişim çağrıları yapan oluşumlar olabildiği gibi politik veya sivil şahsiyetler de olabilir. İki ülkedeki halk hareketleri karşısında, kitlesel katliamlar da dâhil olmak üzere tüm araç ve yöntemleri hiç çekinmeden kullanmışlardır. Diğer ülkelere silahlı müdahalelerde bulunma, muhalifleri ve aktivistleri işkence yaparak öldürme, ülke içinde ve dışında fitne çıkarma ve komplolar düzenleme uyguladıkları yöntemlerden bazılarıdır. Bu suçları işlerlerken fanatik terör gruplarını kullanmayı da ihmal etmemişlerdir. Tüm bu uygulamalar, Suriyede baba Esed’in 1970’de, İran’da Mollaların 1979’da iktidara gelmesinden bu yana ararlıksız devam etmektedir. Geçtiğimiz yıllarda bu iki rejimin Suriyede gerçekleştirdiği büyük çaplı katliamlar ve yüz binlerce Suriyelinin ölümü, izlemiş oldukları ortak politikalarının bir sonucudur. Tüm bu katliamlar, bu iki rejimin hâkim oldukları ülkelerde neler yapabileceklerini göstermektedir. Esed rejimi, 70li yıllar boyunca, bu zalim rejimin hegomanyasından kurtulmak isteyen Suriye halkına karşı kitlesel katliamlar gerçekleştirdi. 1980de Hama, Halep ve İdlib katliamları gerçekleştirildi ve yaklaşık kırk bin kişi hayatını kaybetti. İran ise Esed rejiminin politikalarına paralel olarak, 2009 yılında Yeşil Devrim sırasında yüzlerce göstericiyi öldürdü. Rejim, sonraki yıllarda, özellikle de 2018den başlayarak 40tan fazla İran kentinde düzenlenen halk protestolarında bu katliamları tekrarladı. Bu iki rejimin katliamları, Suriye ve İrandakilerle sınırlı kalmadı. Bilakis doğrudan müdahalelerle veya Irak ve Yemende olduğu gibi iki rejimle bağlantılı yerel milisler aracılığıyla diğer ülkelere de uzandı. Belki de bu iki rejimin Lübnandaki uygulamaları, bunun en tipik misalidir. Esed rejimi ve İran Mollaları bu ülkeyi kontrol etmek ve kendilerine karşı çıkan kesimleri diz çöktürmek için kendi güçlerini göndermekle yetinmediler, bilakis kendilerine bağlı Lübnanlı ve Filistinli milisleri kullandılar, birçok Lübnanlı ve Filistinlinin öldürülmesini de bu yolla sağladılar. İki rejim sonradan bir grup Lübnanlı seçkine suikastlar düzenlediler. Başbakan Refik Haririye suikast düzenlemekle suçlandılar. Lübnandaki muhaliflere yönelik gerçekleştirilen suikastlar, iki rejimin uyguladığı suikast politikasının sadece bir parçasıdır. Ülke içinde ve dışında yaşayan muhaliflere yönelik geniş çaplı suikastlar düzenlediler. Eski başbakan Mahmud Zubi, eski içişleri bakanı Gazi Kenan, Nakşi Şeyhi Maşuk Haznevi, Dürzi Şeyhi Vahid Belus ve diğer üst düzey yetkililer ve subaylar hunharca ve açıktan katledildikler. İran cenahının yaptığı suikastlar ise daha ziyade gizli yapılmıştır. İki rejimin muhaliflerine yapılacak dış suikastlar zaten başka türlü işlenemezdi. Dış suikastlar dünyanın birçok ülkesinde uzandı. Esed rejimi adına gerçekleştirilen en göze çarpan suikastlar; 1972de Lübnandaki Muhammed İmran suikastı, 1980de Paristeki Selahaddin Baytar suikastı ve 1981de Almanyadaki Isam Attar’ın karısı Benan Tantavi suikastıdır. İran suikastları sayı ve yer bakımından oldukça geniş bir coğrafyada gerçekleşmiştir. En göze çarpanlarını zikretmek gerekirse; İran Kürdistan Demokrat Partisi (İ-KDP) lideri Dr. Abdurrahman Kasımlo ve yardımcısı Abdullah Azar, 1989’da Avusturya’da suikasta kurban gittiler. Pehlevi döneminde İranın son Başbakanı olarak görev yapan Şapur Bahtiyar, 1992de suikasta uğradı. 1992 yılında Kürdistan Demokrat Partisi lideri Sadegh Sharafkandi ve yardımcıları Berlinde öldürüldü. Muhaliflerin öldürülmesine yönelik İranın son eylemlerinden biri de, İranın Avusturya büyükelçiliğinde görevli Esedullah Esedi’nin, 2018in ortalarında Paris’te düzenlenen İranın Ulusal Direniş Konseyi toplantısını patlatmaya çalışmasıydı. Yurtdışındaki suikast operasyonlarında, iki ülkenin büyükelçilik çalışanlarının, suikastları planlama ve uygulamaya koyma işlemlerinde kullanılmaları, elçiliklerin diplomatik işlevinin muhalifleri tasfiye işlevine dönüştüğünü göstermektedir. Belki de Suriyede ve İranda iktidarı sürdürmenin ortak bir yolu olarak “öldürme” konusunda söylenebilecek en son şey, iki rejimin cezaevlerinin -uluslararası raporlara göre- insan mezbahalarına dönüştürülmüş olmasıdır. Rejim karşıtları buralarda öldürülmekte ve idam edilmektedir. Suriyedeki en meşhur hapishane Tadmur Hapishanesi olsa da, son yıllarda Sednaya hapishanesi bir adım öne çıkmıştır. Zira binlerce muhalif ve aktivist burada öldürüldü ve idam edildi. İran’daki Evin ve Recai Hapishanelerinde de aynı şekilde on binlerce muhalif ve aktivist idam edilmiştir. Sonuç olarak, ne diyalog ne de reform Esed ve Molla rejimlerinin ayakta kalması için bir yol olmuştur. Bu iki rejim sadece kan ve öldürmeyle –ki her yerde ve her zaman farklı yöntemler kullanmaktan geri durmamışlardır- ayakla kalmayı benimsemişlerdir.
مشاركة :