Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, geçen haftaki Kahire ziyaretinde, gerçekleştirdiği basın toplantısının sonunda ‘insan haklarının’ korunması ve sivil toplum kuruluşlarının çalışma alanının genişletilerek kamusal meselelerdeki katılımının ne kadar önemli olduğunun kabul edilmesi gerektiğine dair düşüncesini dile getirdi. Batı açısından bu konu birçok çevrede önemlidir. Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi’nin bu sözlere cevabı çok açıktı: Sizin Mısır’a Mısırlı gözlerle bakmanız gerekir; bizim de Fransa’ya Fransız gözüyle... İnsan hakları ile ulusal güvenlik talepleri arasındaki denge, Arap dünyasında tartışma konusu olmayı hak eden bir meseledir. Bununla birlikte anlaşılması veya uygulanması kolay değildir. Zira kavramları anlaşılmaz, karışık ve iç içedir. Aynı şekilde ideal anlamda da uygulanması kolay değildir. Batı düzleminde bile modellenmeye tabi olmamasının yanı sıra küresel planda entelektüel krize yol açan bir ‘terminoloji krizi’ söz konusu. Sona ereceğine dair halen herhangi bir işaret olmayan Sarı Yelekler’in gösterileri haftalardır Fransa’yı meşgul ediyor. Bu, Fransa halkının tam bir özgürlükle girdiği genel seçimlerden çok kısa bir süre sonra yaşanıyor. Seçim sandıklarının kendisine uygun bir hükümet çıkarması ve kurumsal çalışmaya başlanılması gerekiyordu. Ancak istikrarlı sosyal sözleşmeyi değiştirmek isteyen yeni bir güç (Sarı Yelekler), yürütmedeki ciddi bir aksaklığın ürünüdür. Her ne kadar düzensiz ve müzakereye muhatap alınacak bir önderlikten yoksun olsa da Fransız toplumsal sözleşmesinin esaslarının değişmesini talep eden bu topluluğun bazı üyeleri ya da araya sızanlar, dünya televizyonlarına yansıyan şiddet eylemleri gerçekleştirdi. Bununla birlikte kamuoyunu dağıtarak siyasetçiler ile sorumluluk sahiplerine kapıyı kapattı. Macron, şiddet eylemi gerçekleştirenlerin yargılanacağını, gösteri özgürlüğünün anayasa ve kanunlarla belirlenmiş olduğunu söyledi. Fransız devleti, resmi olarak şu gerçeği unutmuş olsa da basın bunu hatırlıyor: Fransız devleti, büyük bir kaynak zararıyla karşı karşıya. Gösterilerin maliyeti milyonlarca euro meblağına ulaştı ki bu, Sarı Yelekler’in çoğunluğunu oluşturan Fransa’nın en yoksul sınıfının gelirini ‘değiştirmek” için harcanabilecek tutara eşit olabilir. Üstelik Fransız halkının bir kesimi, bu gösterilerden dolayı sıkışık bir duruma girdi. O kadar ki kendine Kırmızı Yelekler adı veren karşıt bir grup ortaya çıktı. Orta yaşlı bir kadının gösterilerin yapıldığı cumartesi günlerinden birinde şöyle mırıldandığını duydum: Güçlü bir yönetimimiz yok!” Fransa Dışişleri Bakanı da aynı konuya ilişkin olarak DEAŞ’a katıldıkları ve Kürtler tarafından alıkondukları bilinen Fransız vatandaşlarına işaretle şunu haykırdı: Fransa’ya geldikleri takdirde mahkemeye çıkarılacaklar. Avrupa ise genel anlamda birçok ülkede yeni sağcı yaklaşımda kendini gösteren ‘özgürlüklere yönelik kısıtlama’ dalgasının önünde sürükleniyor. Söz konusu sağ, içerideki özgürlükleri kısıtlayarak özellikle sığınmacılar olmak üzere ‘ötekileri’ temel insan haklarından mahrum bırakıyor. Hiç şüphe yok ki Cumhurbaşkanı Macron, Mısır ziyaretinde bu konuyu gündeme getirirken ciddi ve inandığı ‘değerler’ açısından tutarlıydı. Kendisi, ulusal güvenliğe tehdit oluşturan kişiler ile silah taşımayan ya da en azından ulusal çıkarlara karşı silah taşıma çağrısı yapmayanlar arasında ayrım yapmaya çalışıyor. Zira bu ikinci kesim görüş sahibidir. Politikalardaki aksaklıkları görüyorlar ve çözüm sunuyorlar! Yine aynı şekilde silah taşıyan ya da kişi ve kurumlara karşı şiddete başvuranları da ayrı tutuyor. Bu ikisi arasındaki ayrım, daha önce de belirttiğimiz üzere Batı’daki başkentlerde bile ince bir çizgidir. Ancak Arap düzlemimizde düşünceyi ifade edenler ile yıkıcı güçler arasındaki ayrım tartışmalı. Öyleyse sorun hepten göreceli olarak yaşanan sosyal ve ekonomik düzlemle bağlantılı. Dünya, ikisi arasındaki farkı belirleyen çizgilere henüz ulaşamadı! Bu iş, siyasi uyarlama ve yaşanan toplumsal gerçekliğe bırakılmış halde. Düşünce ile şiddet arasındaki o dengeye varmak kolay iş değildir. Aynı şekilde bu, geçmişte Batı’da da kolay olmamıştır. Batı, düşünce özgürlüğü ile yıkıcı kaos arasındaki ayrıma varmak ve bunun kurallarını koymak uğruna yıllarca sıcak veya soğuk çatışmalara girdi. Bugün de kanunlarında bunları uyguluyor. Bununla birlikte bu kurallar, esnek ve yoruma açıktır. Batı’daki bazı ülkelerin ve hükümetlerin bu ‘liberal’ değerlerin tümünü ya da çoğunu çeşitli sebeplerle gözden çıkardığını görüyoruz. Bu sebeplerden bazısı mantıklı bazısı ise değil. Bu durum, Avrupa’da faşizm ya da Nazizm örneğiyle belirirken ABD’de bugün bize farklı şekillerde görünen McCartizm üzerinden kendini belli etmiştir. Bunlar, delilleri dikkate almadan başkalarını ihanet ve komplo kurmak ile itham eden bir siyasi tavırdır. Bizim Arap ülkelerinde karşılaştığımız ve bu zorlu meseleyi düğüm haline getiren sorun, uygulanan ile umulan arasındaki zamansal daralmadır. Zamansal daralmadan kasıt şu: Arap insanı, Batı’da toplumların kendisini nasıl örgütlediğini, Batı’da İsveç ve doğuda Malezya gibi ülkelerde sosyal sözleşmenin nasıl uygulandığını görüyor, okuyor ve yaşıyor. Bu zamansal daralma ile yaşadığımız gerçeklik arasında özgürlüklerin anlaşılmasında ya da belirli bir düzeyde uygulanmasında çelişki göze çarpıyor. Zamanın daralmasını beklentileri artıran ve artırmaya devam eden modern iletişim araçları yoğunlaştırdı. Dünyada ne olup bitiyorsa önümüze serili haldedir. Tabii bizde olup bitenler de dünyanın önüne... Çin modeli, dünya çapında bir örnek olarak karşımızda duruyor. Çin’de Batılı anlayışla özgürlükler kısıtlanırken kalkınma artıyor, yaşam koşulları iyileşiyor; ilerleme ve üstünlük ölçüsü dikkat çekiyor. Buradaki fark, sosyal sözleşmenin doğasından değil, yolsuzluğu bitirmeyi gerektiren kalkınmayı gerçekleştirme iradesinden kaynaklanıyor. Son dokuz yıla baktığımızda ‘yaşam ve özgürlük’ üretmesi umulan ama bunu gerçekleştirmeyen Arap Baharı ile karşılaşırız. Mesela Tunus’ta geniş ölçüde özgürlük kazanılmış ancak geçim şartları, bazı Tunusluları öfkelenerek rahat yaşamı ‘ekmeksiz’ ya da iş olanağı sağlamayan özgürlüklere tercih etmeye itecek kadar daralmıştır. Komşularımız Türkler ve İranlılar da başka bir tecrübe yaşıyor. Türkiye’de dönemsel olarak konan seçim sandıkları var ancak özellikle son yıllarda özgürlükler üzerinde büyük bir baskı söz konusu. Bu, hapishane liderlerinin artması, genel siyasetle örtüşmeyen düşünceyi bastırma ve beyin göçü olgusunda kendini gösteriyor. Tüm bunlara ekonomik durumdaki düşüş de eşlik ediyor. Bununla birlikte İran’daki tablo daha net ve karamsar: Kişisel veya siyasi özgürlük yok. Farklı bir görüş kesin olarak susturuluyor. İnsan haklarında ciddi bir gerileme söz konusu ve kalkınmanın gerekliliklerinde köklü bir başarısızlık mevcut. Öyleyse öncelikle söz konusu tartışmalı kavramı şu iki seçenekten biri ile sınırlama sorununu ele alalım… Ya geçim ve kalkınma gerçekleştiren vizyona sahip bir kalkınma programı. Yolsuzluğu nihai olarak bitirmek ve bu kalkınma programının dikkate değer bir başarı sunması şartıyla özgürlüklerin bir kısmı feda edilebilir ya da ulusal kalkınmanın en iyi yolu için kitlesel araştırmaya götüren örgütlü özgürlükler… Özgürlüklerin tam anlamıyla yok edilmesi ise kaçınılmaz felâket için döşenen asfalt yoldur ve ülkelerin ve hatta imparatorlukların çöküşüne sebep olabilir. Yani özgürlüklerden mutlak yoksunluğa… Bu dosya Arap dünyamızda tartışmaya açık olarak kalacak. Öyle de olması gerekir. Bu dosyanın çağrışımları etkilerini gösterecek. Bu tehlikeli dosyanın tartışılması ne zaman serbest olursa toplumlarımızda istenen dengeye de o kadar yaklaşmışız demektir. Hak ve yükümlülüklerin tartışılmasının okullarda, aile bireyleri arasında ve sivil toplum örgütlerinde başladığı söylendiğinde bazıları bunu garipseyebilir. Başka bir yerde değil, insan hakları ile yurt hakları arasında bir denge kurmanın ne kadar önemli olduğuna dair bir bilinç oralarda yaratılır. Hükümet haklarını söylemeye bile lüzum yok! Sözün özü; Bizim için terörden daha tehlikeli olan şey cehalettir. Ki terör zaten cehaletin sonuçlarından biridir. Ama cehalet hastalığı daha büyük ve kapsamlıdır...
مشاركة :