Ruh göçüne inanan bir insan olsaydım eski bir aristokrat Fransız’ın ruhunun, şimdiki neslin çocuklarından olan bir Rus askerinin bedenine geçtiğini düşünürdüm. Bahsettiğim Fransız aristokrat kişilik, Dük Vicomte Robert Duque de Saint-Amour; şimdiki Rus bedeni ise Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrentyev. Bu iki adamı birbiri ile bağlantılı kılan şey ise Suriye. Yani, 100 yıl boyunca Fransız işgaline boyun eğmiş şimdi de Rus işgaline boyun eğen devlet. Dük, ülkeye Fransız Başkonsolosu olarak gönderilmiş ancak başka vazifeler de üstlenmişti. Yıkık Osmanlı İmparatorluğu’ndan çekip alınan ve tam olarak 200 bin kilometrekarelik alanı tutan bir toprak parçası ile ne yapmak lazım konusunu düşünmek gibi mesela. Dük, birkaç hafta zarfında söz konusu bölgenin, modern Avrupa ulus devletlerinin doğuşuna aracılık eden Vestfalya Anlaşması’nda da tanımlandığı şekilde milletle ilişkisi bakımından kendine ait bir kimliği olmadığı sonucuna vardı. Bir diğer deyişle bu bölge, Fransız sömürgecinin istediği şekilde çizebileceği boş bir sayfa hükmündeydi. Dükün bulduğu çözüm, Osmanlılar tarafından daha önce Şam olarak anılan bölgeye Bizans tarihinden ilhamla yeniden Suriye adını vermekti. Sonra da oldukça garip şu ifadeyi dile getirdi, “Suriye’nin bir varlığı yok ve asla da olmayacak.” Söylendiğine göre bunun arkasındaki sebep, bölgede yaşayan yaklaşık 1.8 milyon insanın sayısız ırk, dil ve dine bölünmüş olmasıydı. En iyi çözüm, gerçi tek çözüm, büyük etnik ve dini topluluklardan birinin etrafında oluşan küçültülmüş üç devletçiğin yanı sıra bölgeyi iki devlete ayırmaktı. Dükün planının göz ardı edildiği, Fransa ve İngiltere arasında gizli bir anlaşmanın imzalanmasından sonra ortaya çıktı. Bu anlaşmaya göre Lübnan, Hıristiyanların devleti olarak kurulurken Suriye de İngiltere’nin Londra’da sürgün olan Hicazlı müttefiklerinden birinin krallığı olarak kuruldu. Bu süreçte Birinci Dünya Savaşı’nda müttefiklerin düşmanı haline gelen ve daha sonra önceki müttefikleri Rusya’daki Bolşeviklere karşı olası müttefiklere dönüşen Türkler, bir toprak bölgesine tekrar egemen kılındı. Birçok devrime ve yerel sakinlerin gerçekleştirdiği isyan yıllarına rağmen bölme ve yapma süreci, sorunsuz ve akıcı bir şekilde işledi. Sebebi ise Suriye’nin sömürge yönetiminden çıkan herhangi bir bölge gibi modern anlamıyla ulusal bir kimlik taşımıyor oluşuydu. Dük tarih okuması yapmayı kendine görev edinmiş olsaydı Roma İmparatorluğu dağılıp çöktükten sonra vatanı Fransa’nın da benzer bir tecrübe yaşadığını ve Francia Krallığı’nın imparatorluğun kalıntıları üzerine yükseldiğini bilirdi. 1789’daki Fransız Devrimi arifesinde 30’dan fazla farklı etnik gruba ayrılmış Krallık nüfusunun, yalnızca yüzde 12’si Fransızca konuşuyordu. Modern Avrupa ülkeleri gibi Fransa da, Fransız milletine bir yüz çizmek için uzun asırlar geçirdikten sonra geriye kalan asırları bu milletin kendisini modern bir ulus devlet suretinde ifade etmesini sağlamak için harcadı. Suriye’de ise rota, önce millet kurmaya, daha sonra tamamen farklı bir devlet kurmaya yönelik idi. Avrupa’da milletler, ulus devletler oluşturmak için çabaladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından Şam ülkelerinde ise millet oluşturulmadan devlet kuruldu. Ve bu istisnai bir durum değildir. ABD, millet oluşturulmadan devlet kurulması olgusunun en iyi örneklerinden biri olabilir. Dünyanın farklı noktalarında benzer pek çok örnek var: Hindistan, Pakistan, Bangladeş, tüm Afrika ülkeleri ve Latin Amerika ülkeleri. Geride bıraktığımız yüz yıl içerisinde dükün ‘kendi aralarında çekişmeli kimlikler harmanı’ olarak nitelediği bölge halkları, kendine özgü bir kimlik sahibi olan Suriye milleti var etmek için karıştı. Etnik ve dini farklılıklara ve hatta dil farklılıklarına bakılmaksızın hep birden Suriyeli kimliğini paylaşıyorlardı. Deyim yerindeyse görmezden gelinmesi büyük bir hata olan Suriye kimliğini. Suriyeli kimliği, kendi kaderini tayin hakkı da dâhil olmak üzere bağımsız devleti ifade eden ve yaşamın her alanında hissedilen somut bir gerçekliktir. Hızlıca Aleksandr Lavrentyev beye geçelim… Dük gibi o da Suriye milletinin bir varlığının olmadığına; ülke anayasası yapma hakkı başta olmak üzere Suriye’nin geleceğine karar verme konusunda, Tahranlı ikinci sınıf casusları saymazsak, Ankaralı ortakların hak ve belki sorumluluk sahibi olduğuna inanıyor. Aleksandr Lavrentyev raporunu, önümüzdeki hafta Rusya’nın Soçi kentinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Hasan Ruhani ile bir araya gelerek Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e sunacak. İlginç olan şu ki Suriye bayrağı oranın semasında dalgalanacak olsa da gözden kaybolan Beşşar Esed rejimi, Soçi Konferansı’na davet edilmedi. Ürkütücü üçlü Rusya, Türkiye ve İran, zamanında Dük nasıl düşünüyorsa tam olarak öyle düşünüyor. Suriye, nüfusuna bakılmaksızın kaderi tayin edilmesi gereken egemenlik sahibi bir hükümete boyun eğmeyen bir bölgeden başka bir şey değil. Gerçeklik bakımından doğrusu şudur ki Suriye, artık egemenlik sahibi meşru bir hükümete sahip değil. Ancak her şeye rağmen bu, artık ulus devlet niteliği taşımadığı anlamına gelmez. Dolayısıyla bu doğrultuda bir muamele görmeyi hak eder. İki durum arasındaki belirgin farkları dikkate alırsak artık egemenlik sahibi meşru bir hükümeti olmayan Venezuela’da benzer bir oluşum var. Bununla birlikte o, basitliğin üzerinden bir ulus devlet olarak yok olmadı. Dahası bu üçlü, Suriye’ye yönelik vizyonlarda bariz bir bölünmeden mustarip. Her biri Suriyeli kimliğinin Arap özünü azaltmayı istiyor. Söz konusu üç ülkenin basını, varsayıma dayalı raporlarla dolu. Neymiş, Suriyelilerin yalnızca yüzde 50’si Arap kökenliymiş. Bu üç ülke, Suriye’de kurulacak olan devlete ‘Suriye Arap Cumhuriyeti’ adının verilmesine karşı çıkıyor. İran; Pakistan, Afganistan, Sudan ve Moritanya’da da kullanılan ‘İslam Cumhuriyeti’ adını vermek istiyor. Erdoğan, ‘Suriye Devleti’ adını tercih ederken Putin, ‘Federal Suriye Cumhuriyeti’ olsa memnun kalacak. Rus tarafı, Suriye’de koruduğu iddiasında bulunduğu Hıristiyan vatandaşların sayısında biraz abartıya kaçıyor. Türkler de muhtemelen Suriye’nin geleceğinde öncü bir rol oynamak istemesinden hareketle saf Türk topluluğu için bir terim icat etti. İran ise gerçekte yüzde birlik bir oranı aşmamasına rağmen kendi Şii mezhepçi versiyonunun en büyük yüzde olduğunu iddia ediyor ve Fatımiyyun bayrağı altındaki birçok gruptan oluşan bir karışım meydana getirmeye çalışıyor. Rus tarafı, Suriye topraklarının geri kalanında neler yaşanacağını umursamadan Akdeniz’de egemen oldukları cebi elde tutmalarını sağlayacak bir federal sistem oluşturmayı arzuluyor. Türk ve İran tarafı ise federal Suriye fikrine itiraz ediyor. Sebep ise işin, Suriyeli Kürtlerin kendilerine özgü bir devlet kurmaları ile sonuçlanmasından çekinmeleri. Geçtiğimiz yüzyılda nasıl idiyse Suriye halen yabancı işgali altında. Ancak bu sefer Ruslar, İranlılar ile paralı askerleri, Türkler ve hatta Amerikalılar tarafından. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya ve Japonya ile karşılaştıracak olursak; ABD’li işgalci, orada yeni ulus devletler kurmak için özel anayasalar dayatmıştı. Bu, aldatıcı bir karşılaştırma. Almanya ve Japonya, ABD’ye karşı açık bir savaş içindeydi ve bu savaşta ABD güçlerine teslim olduktan sonra bağımsız ulus devlet tabiri, bu iki devletin gündeminden düştü. Suriye’nin mevcut durumu gibi değil yani. Suriye; Rus, Türk ve İran üçlüsünün istediklerini yazıp çizebilecekleri boş bir sayfa değil. Uluslararası toplum, 100 yaşını aşmış sömürge canavarının tekrar ortaya çıkmasına razı olmamalıdır.
مشاركة :