ABD- İsrail ilişkileri Trump ile birlikte simetrik bir görünüm kazandı. Ancak İki ülke arasındaki bu benzeşme gerçeklikten çok kurguya yakın görünmektedir. Çünkü devletler, bazen düşman olsalar da birbirlerini tamamen imha etmeye çalışmadıkları gibi ittifaklar kursalar da tamamen aynı olmazlar. Benzeşme ilişkisi mutlak düşmanlığı tamamlayan diğer yüzdür. Her iki durumda da politika karmaşıklığını ve temsil ettiği çıkarları kaybederek aşk, nefret ve intikam ile ilgili köy efsanelerine veya evliliği ittifakın, boşanmayı ise savaşın başlangıcı olarak gören Avrupa’nın eski monarşilerinin durumuna benzer bir hale gelir. Mevcut ABD-İsrail ilişkileri için birok vasıf kullanılsa da sahip olduğu efsanevi yön, biz Arapları eski eğilimimize dönmeye yani bu ilişkiyi abartılı bir şekilde “analiz etme”ye teşvik etmektedir. Geçmişte sık sık bazılarımız; “İsrail ABD’nin karakoludur, onun emirleri ile hareket eder” derken bazılarımız ise: “Washington’u yönetenler İsrail ve Yahudilerdir” demiştir. Bu iki karşıt niteleme Arap politik metinlerin tamamında ya da en azından büyük bir bölümünde çokça yer almıştır. Öyle ki bu, merhum Suriyeli entelektüel Sadık Celal el-Azm’ı biraz alayla şu soruyu sormaya itmiştir: “O zaman kim kimi yönetiyor.” Trump ile birlikte, bu ilişkinin tarihine fiili olarak bakmak zorlaşmıştır. Ancak söz konusu tarihin şu anda, her zaman doğal ve sürekli akışında olduğu gibi olmadığı da kesindir. Bunu söylememizin nedeni birkaç gün önce İsrailli Haaretz gazetesinin, yakın bir zamanda açığa çıkarılan ABD belgelerine dayanarak yayınladığı bir haberdir. Bu belgelere göre: 1963 yılında Washington ile Tel Aviv arasında Dimano nükleer projesi nedeniyle yaşanan anlaşmazlık neredeyse keskin bir düşmanlığa dönüşecekmiş. Hatta İsrailliler, ABD’nin nükleer tesisi bombalamak için savaş gemilerini göndermesinden korkmuşlar. Çünkü Başkan John Kennedy idaresi, bir yandan nükleer silahların yayılmasını engelleme çabasında kararlı iken, diğer yandan da bu tür bir haberin sızması halinde Arapların Batılı ülkelere karşı tepkilerinden korkuyormuş. Buna karşılık; 1963 yılında göreve gelen iki İsrail başbakanı David Ben Gurion ve Levi Eşkol ise 1958 yılında Fransa ile gizlice başlatılan projeyi sürdürmekte kararlı ve bunu devletlerinin güvenliği ve bekası için şart olarak görüyorlarmış. İsrail ilk önce, ABD’yi projesinin “barışçıl” olduğuna ikna edip kandırmaya çalışmış. Ayrıca Yahudilerin bu kez Araplar tarafından gerçekleştirilecek bir başka holokosta maruz kalabilecekleri gerekçesini ileri sürerek, hem tek başına ABD’den hem de ABD-Sovyetler Birliği’nden güvenceler talep etmişler. Ama Keneddy katı tutumundan ve Dimano tesisinin düzenli olarak ABD tarafından denetlenmesi konusundaki ısrarından geri adım atmamış. Bazı analizlere göre; Ben Gurion’un o yıl sunduğu ve sebebi bilinmeyen gizli kalan istifasının nedeni, Keneddy duvarına çarpmasıdır. Her halükarda İsrail üzerindeki bu baskı, ancak Dallas cinayeti ve Başkan Yardmcısı Lyndon Johnson’un Beyaz Saray’a yerleşmesi ile hafiflemiştir. Haaretz gazetesinin yayınladığı belgeler akıllara, iki ülkenin aynı olmadığını kantlayan diğer ünlü olayları getirmektedir. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, 1948’de İsrail’in tanınmasına karşıydı. Başkan Harry Truman; dışişleri bakanı ve diplomatlarının muhalefetini yenmek için ciddi çabalar harcamak zorunda kalmıştı. Yine bu bağlamda 1956 yılında yaşanan büyük gelişmeyi de unutmamalıyız: Çok iyi bildiğimiz gibi Başkan Dwight Eisenhower yönetimi altında ABD, İngiltere ve Fransa ile ittifak kuran İsrail’e karşı Mısır’ın yanında yer almıştı. Bu tutum; İsrail’i işgal ettiği Sina’dan istemeyerek de olsa çekilmek zorunda bırakırken, askeri olarak yenilmiş sayılan Cemal Abdunnasır’a ise büyük bir siyasi zafer kazandırmıştı. O dönemde ABD’nin bu tutumu benimsemesinin en önemli nedeni; Washington’un Araplar ile ilişkilerine öncelik vermesiydi. Stratejik olduğu kadar ekonomik yönden de Kahire, Bağdat, Riyad, diğer Arap ve İslam başkentleri ile dostluk, o dönemde ve özellikle Soğuk Savaş’ın gölgesinde ABD için Tel Aviv ile dostluktan daha önemli görünmüştü. Yine hala hafızalarda tazeliğini koruyan 2 çatışma daha vardır ki onlarda: 1991 yılında baba George Bush’un, eski Sovyetler Birliği’nden gelen göçmenler için İsrail’in istediği 10 milyar dolar değerindeki krediyi onaylamamasıdır. Bush bunu onaylaması için İsrail’e Filistin topraklarındaki yerleşim yerleri inşaatlarını dondurması şartını koşmuştu. 2015 yılında ise Barack Obama ve Binyamin Netanyahu arasında İran nükleer meselesi nedeniyle bir anlaşmazlık patlak vermişti. Bunlar elbette ABD’nin her zaman İsrail’in güvenliğinin garantisi olduğu gerçeğini değiştirmektedir. Yine aralarındaki ilişkinin Tel Aviv’in, Sovyetler Birliği ve müttefiklerine karşı en büyük ve en az maliyetli zaferi Washington’a hediye etmeyi başardığı 1967 Arap-İsrail savaşının ardından önemli bir sıçrama gerçekleştirdiğini gerçeğini de ortadan kaldırmamaktadır. Ancak bu, elbette İsrail’in kendisi için zorla geniş bir hareket özgürlüğü elde ettiği ayrıntısını görmezden gelmeden; bu ilişkide güçlü olan tarafın, diğer her şeyde güçlü olan ABD olduğu gerçeğini de değiştirmemektedir. İki ülke ilişkilerinin tarihini fiili olarak araştırmak isteyenler için efsaneler ve komplo teorileri çok bir şey sunmamaktadır. Ancak bugün bizler, bilinci efsanelerden yardım istemeye teşvik eden bir zamanda yaşıyoruz. Gerçeğin bizzat kendisi memnuniyetle efsanelere ev sahipliği yaptığı müddetçe bu da devam edecektir.
مشاركة :