Ölümcül kararları tekrar hatırlamak

  • 5/25/2019
  • 00:00
  • 8
  • 0
  • 0
news-picture

Son dönemde Abdullah Bişara’nın “Kasvetli Zamanda İşgal” adlı kitabı yayımlandı. Kendisi Kuveyt, Körfez ve Arap siyasi çalışmalarına içerden biri olarak eşlik etmiş, olaylara bizzat tanık olmuş tecrübeli ve donanımlı bir diplomattır. Belgelere ve yazarın doğrudan sahadaki gözlemlerine dayanan kitap, 1990’da Kuveyt’in işgali ile başlayan olayları ve akabinde oluşan Arap ilişkilerini objektif bir şekilde açıklıyor. Yalnızca geçmişin hikâyelerini öğrenmek için değil, bugünün ve geleceğin olayları üzerinde derinlemesine düşünmek için yazılmış, bilgilendirici ve tahlil derinliği olan bir kitaptır. Kitabın başlığı dikkat çekici; “Kasvetli Zamanda işgal”…  Ve bu kasvetli zaman bugün de hala bizimle beraber… Bir kez daha komşu bir devletin ona komşu devletlerin pahasına topraklarını genişletmek istediği aşamalardan bir aşamaya geçmek üzereyiz. Ayrıca bölgesel ilişkileri zehirleyen, gelişme ve istikrarın içine girmesi gereken halkların enerjisini ve sermayesini boşa harcayan ve uzun süredir devam eden bir krizin nihai aşamasına git gide yaklaşıyoruz. Mevcut kriz, İran’ın komşu ülkelere genişleme krizi olarak nitelenebilir. Bu genişleme yalnızca Körfez’le sınırlı değil, Suriyeden Sudana oradan Fasa kadar Arap komşuları da kapsıyor. İlk kasvetli zamanla günümüzdeki kasvetli zaman arasında büyük bir benzerlik var, en temel benzerlik ise, kullanılan mekanizmalar farklılık arz etse de genişleme arzusudur. Suudi Arabistan tarafından çağrısı yapılan ve diğer zirvelerin yanı sıra bu hafta sonu yapılacak olan Arap zirvesi, 10 Ağustos 1990’da Kahire’de düzenlenen olağanüstü zirveye benziyor. Aradaki fark, ikincisinin çağrısı “olaydan sonra” yapılmıştı, bu defa çağrı acilen "olaydan önce" yapıldı. Koşullar aynı değil, ancak benzerlik var. Sorunun özü, hegemonyasını komşularının hesabına genişletmek isteyen, hem komşularını hem de yerleşik uluslararası hukuk kurallarını hafife alan bir rejimin varlığıdır. O zamanlar Bağdat, Arap Körfezi bölgesini uluslararası erişiminden izole etmeyi denedi ve başardı. Bişara bu konuyu ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Ayrıca Dünya sahnesine açılmamak bir Arap talebi olarak karşımıza çıkmıştı. Arap şemsiyesinin anlaşmazlığı çözmek için yeterli olduğu düşünülmüştü. Elbette ki bu büyük bir hataydı ve bugün İran devleti aynı taktiği kullanmak istiyor! Şaşırtıcı olan; İranın BM temsilcisi, BM Genel Sekreterine “kaotik güvenlik durumlarından kurtulmanın yolu Körfez Ülkeleri arasındaki diyalogdan geçiyor!” başlıklı acil bir mesaj iletti. Genel Sekreteri bu eksen üzerinde çalışmaya çağırdı! İki taktik arasındaki bir benzerlik yok mu? Bişara ilk taktiğin felaketle sonuçlandığını ifade ediyor kitabında. 1990 zirvesi drama-komedi türü bir sahneye daha yakındı. Suudi Arabistanın merhum kralı Fahd bin Abdulazizin hikmetli tutumları, Suud El Faysalın işgale karşı kararlı bir duruş sergileyen Mısır, Suriye ve Körfez devletlerinin bu tutumlarını güçlendirmeye yönelik ihtiyatlı diplomatik hamleleri olmasaydı, çocuksu ve diğer Arap ülkelerinin sloganlarının arakasına gizlenmiş devrim oyunu bambaşka mecralara kaymış olacak ve belki de mesele çözümsüz bir hal alacaktı. Mekkedeki Arap zirvesine kayıp zamanların dengesiz oyuncuları katılamayacak, zira bazıları sürgünde, diğer bazıları da halkı onlardan kurtulduktan ve iktidarlarını kaybettikten sonra vefat ettiler. O sırada pek çok Arap karar vericisi, bir Arap deyişinde geçtiği üzere beyaz boğa yendikten sonra sıranın kendilerine gelebileceğini fark edemediler. Umulur ki söz konusu zirvenin neden olduğu olumsuz sonuçlar hafta sonu Mekkedeki zirvede yeniden hatırlanır, gerekli olanın ülkelerinin geleceğini savunmak adına sağlam bir tutum olduğu iyice idrak edilir. Arapların 1990’daki siyasi parçalanması tekrarlanmamalıdır. İran emperyalizmi, Körfeze egemen olduktan sonra tüm Arap topraklarına ulaşmayı hedefliyor. Mekkedeki Arap zirvesi, hayati derecede belirleyici olacak Körfez zirvesinden dahi kritik bir zirve olacak. İranın BM temsilcisinin yaptığı çağrı, dünya ekonomisinin hayati bir bölgesi olan Körfez ülkelerinin Arap ve uluslararası birlikteliklerini ortadan kaldırmak, buralara egemen olmak için yapılmış sefil bir çağrıdır. Aklı başında hiçbir kimse savaş istemez ya da savaş çıkarmak için çabalamaz, ama önümüzde iki senaryodan biri gerçekleşecek gibi duruyor;  Ya ABD iradesi (sadece idare değil) çatışmadan çekilecek ve sahadan çıkacak, tüm bölgeyi bir kaos ve yan savaş bataklığı içinde bırakacak, ya da ikincisi gerçekleşecek yani İran kitle imha kabiliyetine sahip silahların üretimi ve depolanmasından, komşularına yönelik emperyal hedeflerinden, birçok Arap ülkesini istikrarsızlaştırmaktan ve halklarına zarar vermekten vazgeçecek ve dolayısıyla da genişleme emellerinden geri adım atacak. Bu muhtemel ikilide ortaya çıkması daha olası olan seçeneğin hangisi olduğu meselenin püf noktasını oluşturuyor. 1990 ve sonrasında yaşanan olayları gözden geçirdiğimizde ve bugünkü olaylarla karşılaştırdığımızda Tahran’ın tavrının uluslararası çevreyle ilişkide savaş çığlığı atmak ve rasyonel düşünceyi bir kenara bırakmak, birden fazla yerde uyuyan hücrelerin uyanabileceği beklentisi içine girmek şeklinde olacağını söyleyebiliriz. Orta bir ihtimal olarak, çok sayıda finansal, insani ve ekonomik kaynağı tüketen bir çatışma ortamının devam etmesi muhtemeldir. Böylesi bir süreç bir süre devam edebilir, ancak uzun sürmeyecektir. Tahran’dan “savaş olmayacak” açıklamaları geliyor, bilemiyoruz belki de doğru söylüyorlar ya da sadece temennilerini dile getiriyorlar. 1990daki olaylara dönersek, Abdullah Bişara kitabında anlattığı gibi, Yaser Arafatın 1991 savaşının başlamasından saatler önce Bağdatta bir basın toplantısı düzenlediğini ve herkese "Savaş yok, savaş yok" dediğini hatırlıyoruz. Ertesi gün bu açıklamalar gazetelerde yer aldığında Bağdat semalarında uçaklar sorti yapıyordu! Bugün, dün gibidir, politikacılar kanaatlerini kendilerini çevreleyen olaylarla bizzat karşı karşıya kalmadan bir kenara bırakmayı reddediyorlar. Arabuluculuk yapmaya soyunanların yapabilecekleri pek bir şey yok, Irak’ın taşıdığı kaygılar meşru olsa da, arabuluculuk adına her iki tarafa etki edebilecek bir gücü yoktur. Diğer sözde kalan arabuluculular da işe yaramayacaktır. Bunlar sadece girişimlerdir, katı İran ideolojisi duvarına çarpıp geri dönecektir. İranlılar onlara ulusal bağlamda onurlu bir şeyler verebilecek bir arabuluculuk istiyorlar ve şimdiye kadar bu da gerçekleştirilebilmiş değil. Makalemizin başlığında değinilen ölümcül kararlar, Bişaranın ayrıntılı olarak ele aldığı Saddam Hüseyin’in kararlarıdır. Çatışmada kesin zafere ulaşılacak düşüncesine kilitlenmek, Irak bayrağına "Allahu Ekber" sloganı yazmak gibi anlaşılmaz kararlar vermek, küffarla savaşıldığından dolayı ilahi yardımın kesin geleceğine dair kuruntular beslemek, saldırganların cesetlerini beyaz torbalara koyarak teşhir etmek, son saatlerde Cenevrede Irak Dışişleri Bakanı ile ABD Dışişleri Bakanı arasında bir görüşmenin gerçekleşmesini reddetmek bunlardan bazılarıdır. Saddam Hüseyin ile uluslararası delege bağlamında en son görüşen BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar oldu. Muzaffer gelse dahi kendisine karşı bir savaş yapılmayacağını vurgulamıştı! Bu gece ne kadar da düne benziyor! Son söz... İran krizine dair medya savaşı devam ediyor, çıkan haberlerin birçoğu yalan, diğer haberlerin birçoğu da Arapların morallerini bozmaya yönelik… Bazı kandırılmış veya diğer taraf için çalışmaya programlanmış Araplar da buna iştirak ediyorlar!

مشاركة :