​Adı Trablusşam olan yaralı bir şehrin hikayesi

  • 6/9/2019
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

Lübnan’ın ikinci büyük şehri Trablusşam’ın son zamanlarda tanık olduğu kanlı terör saldırısı bundan daha kötü bir zamanda gerçekleşemezdi. Lübnan düzeyinde ya da Arap ve bölgesel ortamda olsun bundan çok daha can yakacak bir zamana ayarlanamazdı. Abdurrahman Mebsut adlı gencin, çılgın bir öldürme turunun (bir taşla birkaç kuş vuran) ardından üzerindeki bombayı patlatması ile sona eren eylemi; zihinlere, siyasetin koridorlarına ve medya platformarına en çirkin görüntüleri, pasajları ve ifadeleri getirdi. Lübnan düzeyinde; Lübnanlılar nefretlerin yeniden uyanmasından ve özellikle Sünni oluşumun şeytanlaştırılmasından dolayı tehlikeli bir durum yaşarken –birkaç yıl önce Kuzey Trablusşam lı politikacılardan birinin bize hatırlatmak istediği gibi- Sünnilerin “başkentin”den bir Sünni genç, korunması en çok Sünnilerin çıkarına olan, devletin gölgesinden ve kurumların kalıntılarından geriye kalan son şeyi temsil eden 2 genç askeri öldürdü. Durum şu ki; Lübnan’ın içinde bulunduğu kötü durumda, İran’ın Hizbullah aracılığıyla temsil ettiği fiili güvenlik işgalinin gölgesinde, önde gelen Hıristiyan liderlikler devlete kendileri için el koyanlar hariç herkesle küçük hesaplarını tasfiye etmekle meşgulken devletin toparlanması ve gücünü kazanması en çok Sünniler ve doğal olarak onlarla birlikte diğer küçük azınlıkların yararına olacaktır. Hatta bu Hıristiyan liderlikler, Lübnan içinde ve dışında komplolar, küstah davranışlar, sözde zekice manevralara rağmen; demografik ya da askeri özelliklere dayanmayan ve sadece ismen mevcut bulunan makamları elde etmek için devlete el koyanlardan güç almakta ve onları kullanmaktadır. Arap ve bölgesel düzeyde ise önümüzde; Arap bölünmesinin ortasında büyüyen bir Suriye felaketi, kaçınılmaz olan felaketleri engellemek için cesur tutumlar benimsemekten kaçma yarışı, İran ve İsrail ile igili endişe verici 2 senaryo, Rusya’nın Ortadoğu’daki hareket özgürlüğüne mahkum ve gizemli bir Türkiye tutumu vardır. Yukarıda zikredilenler arasındaki ortak nokta; neredeyse tamamının Arapların ve özellikle de Sünnilerin çıkarlarına aykırı olan çıkarların iç içe geçtiği büyük bir krizin varlığıdır. Mebsut’un gerçekleştirdiği saldırıya ve kendisini takip eden olaylara eşlik eden “müziği” sadece 2 Lübnanlı politikacı farketti. Sosyalist lider Velid Canbolat ile eski milletvekili ve 14 Mart Bloğu eski genel sekreteri Fares Said. İkisi de cesurca Sünnilerin “şeytanlaştırılması” na karşı uyarıda bulundular. Yeri gelmişken bu “müziği”n yeni olmadığını bilakis Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı olması ile sonuçlanan cumhurbaşkanlığı uzlaşması, 14 Mart Bloğu içerisindeki etkili güçlerin Avn’ın –aslında Hizbullah’ın- seçim yasası ile ilgili şartlarına boyun eğmesinin ardından daha da yükseldiğini belirtmeliyiz. Bu durumun açık bir şekilde “galip ve mağlup” ilkesine dayanan bir “oldubitti”nin gölgesinde faaliyet gösteren zayıf bir koalisyon hükümetinin doğmasına yol açan güç dengesinin bozulması ile sonuçlandığına işaret etmeliyiz. Doğrusu meselenin artık sözel ya da medyatik bir meseleden ibaret olmayıp yetkilerini hatta ortak bir hükümet grubunun uyması gereken “toplu sorumluluğu” aşmanın tadını çıkaran bazı bakanların performansı ile ilgili olduğu görülmektedir. Hatta bu bakanlar, içeride ve dışarıda ayrıcalıklı bir desteğe sahip oldukları için kendi başlarına bir hükümetmiş gibi davranmaya başladılar. Ama sözel düzeyde bile kasıtlı olarak terörü tek bir topluluk ya da gruba özgü bir özellik, kör ve çılgın şiddeti “tescillenmiş bir marka” ve aşırılığı Lübnan halkından bir gruba has bir kusurmuş gibi telkin etmeye hatta ikna etmeye çalışanlar var. Böyle bir ortamda, bir konu üzerinde gerçekten anlaşmak imkansız hale geldiği için bir vatan inşası da olanaksızlaşır. Trablusşam’da yaşananlar bir “yalnız kurtlar” hadisesi olabilir veya olmayabilir. Şehirde, maddi olarak sıkıntılı, kültürel olarak yoksun, sosyal açıdan ezilmiş Trabluslu gençlerden oluşan uyuyan hücreler var olabilir de olmayabilir de. Bu mümkün çünkü Trablusşam, silah gücüyle mezhepçiliğe dayalı göç ettirme politikalarına, Lübnan’dan Suriye içerisine geçişlere ve bunun yoksullarının daha da yoksullaşmasına neden olmasına tanıklık eden Suriye şehirleri ve köylerine uzak değildir. Yine Lübnan silah tekelliği nedeniyle çeşitli dini aşırılık formları ile başa çıkmakta bir eşitsizliğe de tanık olmuştur. Öyle ki bazı kişiler meclise girip milletvekili ve bakan, meşruiyet ve vatanseverliğin tarifinin kaynağı olurken bazıları ise çoğu zaman yargılamadan hapse atıldılar. Bu da adaletsizlik ve zulüm duygusunu arttırarak topluma karşı öfke ve siyasilere karşı nefret şeklinde ortaya konan bir acı ve üzüntü doğurdu. Trablusşam’ın bizzat kendisi son yıllarda birçok zorluklarla karşı karşıya kaldı. Bazıları kasıtlı olarak bu köklü şehri; ulusal düşüncenin, Arap kültürel kimliğinin, ilerici ve liberal eğilimlerin kalesinden aşırılık ve radikallik ile suçlayarak hatta daimi olarak kınayarak dönüştürmeye çalıştılar. Bu şehrin eski müftüsü Abdülhamit Karami siyaset dünyasına dini  tecrit ile değil Arap milliyetçiliğini destekleyerek girmişti. Mevcut müftü Malek El-Şiar’ın annesi; kendisinden Baasçı, milliyetçi ve Markist milletvekilleri çıkan, Fransız Frère  Okulu’na ve ABD’li Protestanların prestijli okullarına evsahipliği yapan, hiçbir zaman dini hoşgörüsüzlüğün odağı olmayan Hıristiyan Batroumine beldesindendir. Trablusşam’da hoşgörüsüzlük tohumları kasten ekildi ve  şehrin Suriye-Lübnan güvenlik rejiminin kontrolü altında kaldığı 30 yıl içerisinde bu tohumlar büyütüldü. İlginç olan ise o dönemde şehrin en radikal ve aşırlık yanlısı bazı kişilerinin bu rejime son derece yakın olmasıdır. Trablusşam halkı da bu gerçeği çok iyi bilmektedir. Bundan fazlası da var. Trablus’un doğusunda Sünnilerin çoğunlukta olduğu Bab El-Tabbaneh ile Alevilerin yoğunlukta olduğu Jebel Muhsin bölgeleri arasında mevsimsel olarak yaşanan çatışmalar sırasında Trablusşamlı akademisyen dostlarımdam birine bu olayların arkaplanını sormuştum. Bana savaşa katılanların %80’nin güvenlik güçleri ile bağlantılı olduğu, kendilerine gelen emirler doğrultusunda çatışmaları körükleyip ya da yatıştırdıkları yanıtını vermişti. Bütün bunlar bizi ilgilendirmez. Bizi asıl ilgilendiren şey; Lübnan’a azımsanmayacak kadar çok başbakan veren, çok eski zamanlardan beri sanat, zanaat ve kültürel kurumlarla tanışan, bugün Lübnan ve Arap dünyasının en zenginlerinden bazılarını barındıran Trablusşam’a hakim olan acı bir gerçektir. O da Trablusşam’ın son zamanlarda Akdeniz havzasının en yoksul şehirlerinden biri olarak adlandırılmasıdır. Bu Trablusşam’a yakışmayan bir adlandırmadır. Yoksulluk nankördür ve en kötü yanı da insanı iman örtüsü altında intiharcı şiddetine kaçmaya itmesidir.

مشاركة :