Erdoğan ve doğru zamanda sahneden ayrılma bilgeliği

  • 7/12/2019
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

Tarihe insanın varoluş serüveninin sunulduğu bir tiyatro sahnesi olarak bakacak olursak efsanevi Alman tiyatro yönetmeni Max Reinhardt’ın oyunculara verdiği şu öğüte dikkat çekmemiz yerinde olur: Sahneden ayrılış şekli, sahneye giriş biçiminden daha az önemli değil. Bir düşünün; Jül Sezar, milattan önce 44 yılında suikasta uğramadan bir sene önce sahneden ayrılmış olsaydı tarih onu, Roma’daki en kanlı iç savaşın yaralarını saran bir komutan olarak hatırlar ve o, asırlar boyu dünyaya hükmedebilen bir imparatorluğun temellerini atmış olurdu. Winston Churchill’e ne demeli? Nazi Almanyası’na karşı zafer kazanmak üzere Büyük Britanya’yı yönettikten sonra 1945 yılında emekliye ayrılmış olsaydı, savaştan sonraki ilk genel seçimlerde aşağılayıcı bir yenilgi almaktan kaçınmış olacaktı. Bunların aksi yönünde, uygun vakitte ‘beklenen’ çıkışlar olarak işaret edilebilecek pek çok tarihi durum da var. Mesela General Charles de Gaulle, Elysee’nin anahtarlarını 1968 yerine 1967 yılında teslim etti. Muhammed Rıza Şah, 1977 yılında koltuğundan çekildi. Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın da 2015 yılında görevinden uzaklaşması gerekirdi. Sorun şu ki Erdoğan, işin sonunda ne zaman ve nasıl sahneden çıkacağını öğreneceği ideal örneği kaçırdı. Bununla birlikte kesin olan bir şey var ki o da, mesleki hayatına dair kum saati hızlı bir şekilde akmaya başladı. Liderlerin çıkış zamanını isabet ettiremediği başka vakalarda da olduğu gibi Erdoğan’ın göze çarpan başarıları bulunuyor. Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kenara bırakarak, Erdoğan’ın modern Türkiye’nin kaderi üzerindeki en etkin lider olduğunu söylemek abartılı bir iddia olmaz. Bilindiği üzere Erdoğan’ın Türkiye’nin ekonomi hacmini yalnızca yirmi yıl içerisinde ikiye katlaması ve Kürtlerle yapılan ve bir neslin kanını akıtan uzun bir iç savaşa kısmen son vermesi gibi bazı başarıları, daha fazla detaya ihtiyaç duymaktadır. Ancak bence Erdoğan döneminin en önemli olayı, oy sandığının Türkiye’deki gücün nihai kaynağı olarak yerini sağlamlaştırması olmuştur. Hem de böyle bir şey, Erdoğan’ın, sonuçları partisinin lehine tahrif etmek için çaba gösterdiği son belediye seçimlerinde hepimizin de şahit olduğu üzere İstanbul’daki oyları almak için bariz bir arzu göstermesine rağmen yaşandı. Atatürk’ün etkili bir destek şöyle dursun, bir halk anlaşması bile olmaksızın kurduğu cumhuriyet, etkin bir çoğulcu rejimden ziyade demokrasi kılıfına bürünmüş bir istibdat rejiminden başka bir şey değildi. Kurulduğu zamandan sonraki ilk on beş yılda Türkiye Cumhuriyeti, tek partili bir devletti. Nitekim Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi, peş peşe yapılan genel seçimlerde koltukların beşte dördünü kazandı. Bu seçimlerde hala dindar bir tarım ülkesi olan Türkiye, daha seküler olan ve artış gösteren şehirli kesimin lehine marjinalleştirildi. Demokrat parti, Büyük Millet Meclisi’nde (parlamento) koltukların beşte dördünü kazanıp da ilk kez ulusal bir hükümeti oluşturulduğunda ‘İrticacı’ Türkiye, 1950 yılında gerçekleştirilen genel seçimler için etkileyici bir giriş aşaması düzenlemeyi başardı. ‘İrticacı’ Türkiye bu şaşırtıcı başarıyı, çoğunluğu elde ettiği 1954 yılında, sonra 1957 yılında tekrarladı. Bu durum, üst düzey liderleri ve Türkiye gözlemcilerini modern Kemalist düşüncenin bir daha asla iktidara gelemeyeceği konusunda endişelendirdi. İşte bu endişeler, Genelkurmay Başkanı Cemal Gürsel liderliğinde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar hükümetine karşı yapılan 1960 askerî darbesine ilham kaynağı oldu. Üst düzey subaylar, tanklardan Ankara’da gezinmeleri istenmeden önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin onayladığı geçici bir hükümet oluşumu üzerine çoktan anlaşmıştı. Aynı tarza, 1971 yılında, darbe lideri General Memduh Tağmaç’ın siyasetçilere ordunun gözetimi altında yeni bir hükümet oluşturma emri verdiğinde de şahit olundu. General Evren öncülüğündeki 1980 darbesi de çoğunluğu teknokrat olan ancak siyasi bir desteğe sahip bir hükümetin kurulmasına yol açtı. Türk ordusu, doğrudan yönetimden her zaman kaçındı ve Erdoğan yürütme gücü verene kadar, onursal bir makam olarak kalan cumhurbaşkanlığı için çabaladı. 1960-1980 yılları arasındaki dönemde yaşanan hadiseler, CHP liderliğindeki Türk modernleşme güçlerinin ordunun desteği olmaksızın asla iktidarı kazanamayacağına dair bir izlenim yarattı. Ülkenin en önemli şehri ve kültür başkenti olup, nüfusun yaklaşık dörtte birine ev sahipliği yapan İstanbul’daki son belediye seçimleri, bu algının değişmesine katkı sağlayabilir. Nitekim uzun bir süreden sonra ilk kez muhalefet koalisyonu liderliğiyle CHP adayı Ekrem İmamoğlu, ordunun jesti veya kaş-göz işareti olmaksızın seçimleri kazandı. Denebilir ki bu zafer, son Türkiye seçimlerindeki umutsuzluğa, intikama ve yaygın komplo algılarına dayalı olarak değil de umut, uzlaşma ve reform sayesinde gerçekleşti. Daha da önemlisi Erdoğan, öfkesini yutabildi veya buna mecbur oldu. Nihayetinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yenilgisini kabullendi. Muhaliflerine göre Erdoğan, İstanbul’daki yenilgiyi yutmak zorunda kaldı zira sonuçlara yönelik direnişini sürdürecek mecali kalmadı. Haklı olabilirler, ama ya Erdoğan seçimler yoluyla iktidar nöbetini değiştirme düşüncesine geri dönerse? Erdoğan, işlerin her zaman kişinin istediği şekilde yürümediğini anlayacak kadar zeki olabilir. Evet, Türkiye’de kayda değer bir ekonomik iyileşmeye liderlik etti. Ancak şu an enflasyonun yayılması, üretimin düşmesi ve iş fırsatlarının azalması ile birlikte bir nevi ekonomik çöküşe önderlik ediyor. İşleri sakinleştirmek yerine Erdoğan, krizi büyütmek için Merkez Bankası Müdürünü görevden almak gibi despot adımlarını sıklaştırdı. Herkesi Türkiye’ye karşı kışkırtmaya kararlı görünen bir politika, ‘sıfır düşman’ şeklindeki dış politikası ile yer değiştirdi. Arap ülkeleri şöyle dursun, NATO müttefikleri ile AB ortakları da buna dâhil. Kürt kazanını sakinleştirerek imzasını attığı bir diğer başarı, geçmişte kalmış gibi görünüyor. Nitekim Ankara, Kürtlerin özlemlerini bastırmak için Tahran’ın desteğini seferber ediyor. Partisinin, onun ‘beyazdan daha beyaz’ olduğu yönündeki iddiasını sürdürmek zor, çünkü maiyeti yolsuzluğa batmış durumda. En önemlisi de Türkiye’deki ‘irticacı’ yarımı seçimler yoluyla iktidarı elde edebileceğine ikna etmedeki başarısı, derin Anadolu devletinde bile artık herhangi bir zamanda elde ettiği destek düzeyine sahip değil. İyi veya kötü, görünüşe bakılırsa Erdoğan’ın bir zamanlar başarılı olan reçetesi, artık öyle değil. Oyunun kahramanı senaryosunu okudu, rolünü oynadı ve artık söyleyecek sözü kalmadı ama oyun devam etmeli. Erdoğan için oyun sahnesinden ayrılma vakti geldi.

مشاركة :