​Suriye trajedisinin sponsorları tarafından çizilen bir diğer coğrafi detay

  • 10/13/2019
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

2011 yılından hatta belki de 1966 yılının başında Emin el-Mahfuz’un devlet başkanlığına karşı yapılan darbeden bu yana devam eden Suriye felaketindeki tek kesin gerçek ve tek sabit şey değişimdir. 1943 yılındaki bağımsız Suriye hatta Büyük Suriye öncesinde yazılı tarihin en erken dönemlerinden itibaren Suriye bu çeşitliliği ve değişimi tanımıştır. Bu çeşitliliğin yanısıra bütün kimlik, inanç ve boyutlardan doğu ve batı imparatorluklarının işgal, istila ve topraklarına katma çabaları da Suriye’nin kimliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Gerçekten de “eski dünyanın” az sayıdaki bölgesi, doğuda Zagros Dağlarının batısından batıda Akdenizin doğu kıyılarına, üstte Hakkari dağlarından Toros Dağları’na Suriye’nin kuzeyine kadar uzanan “Bereketli Hilal” bölgesi kadar sürekli bir hareketlenmeye, ardı ardına gelen imparatorluk ve krallıkların hakimeyeti altına girmiştir. Ulusçuluk halkların hayatlarında nispeten yeni bir olgudur. Hatta özellikle vatan ve medeniyet gibi ifadelerle karıştırıldığında veya din ve dillerle bağlantılı olduğunda milliyetçiliğin tanımında bugüne kadar halen bir anlaşmazlık olduğu görülecektir. Batıda bile çok sayıda politik vaka ve olgu ile bağlantılı olarak farklı şeyler ifade eden birçok sözcük vardır. İşte bu noktada ve bu karmaşıklığın ortasında Suriye-Türkiye arasındaki sınır bölgesinde, Fırat’ın doğusunda bugün tanık olduğumuza benzer gelişmeler yaşanır. Bu gelişmeler hakkındaki değerlendirmeler birbirinden ayrılsa da çoğunlukla insani ve ahlaki normları temel almaz. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini yaklaşık 100 yıl önce bir zamanlar “Osmanlı Hilafet Devleti”ne bağlı bölgeleri geri almaya motive eden ideolojik ve milliyetçi inançlara sahip olduğu yeni bir bilgi değildir. Gerçek şu ki Erdoğan kendisini Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasçısı saymıyor. Onun yerine Türkiye’nin Osmanlı geçmişinde olduğu gibi kendisni Sünnilerin koruyucusu ve dini otoritenin emanetçisi olarak görüyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden kurmak ile Müslümanların % 75-80’ni oluşturan Sünnilerin yüksek dini mercii olma rüyasına duyduğu özlem –ona göre- müdahale etmesinin çıkarına olduğunu düşündüğü yerlere müdahale etme hakkını veriyor. Öte yandan Kürtlerin büyük bir çoğunluğu ehl-i Sünnet ve cemaatten olmalarına rağmen ve bu nedenle aslında Ankara ile aynı kampta yer almaları gerekirken denklemin milliyetçi tarafı bunu engelliyor. Teoride müttefik olanı gerçekte bir düşmana dönüştürüyor. Tam bu noktada tarihi düşmanlar İran ve Türkiye’nin arasındaki az olan buluşma ve uzlaşı noktalarından birinin de halihazırda Türk ve İran halklarının egemen oldukları 2 büyük çoğulcu yapıyı tehdit edecek büyük bir Kürt oluşumunun inşa edilmesini engellemek olduğunu bir kez daha hatırlatmalıyız. Doğrusu Kürtler de –en azından akıllı olanları- bu gerçeği idrak etmişlerdir. Bu nedenle gerçekçilik çatısı altında hareket etmiş ve uygun siyasi koşulların oluşmasını beklemek konusunda sabırlı olmuşlardır. Arapların da çoğunlukla Kürtlerin ulusal kimliği ve Kürt vatanı hayallerine karşı çelişkili tutumları olmuştur. Ancak Kürtlerin içerisinde yaşadığı ve yaşamakta olduğu Arap oluşumlar ya çoğulcu bir yapıya sahip olan imparatorluklardı (Emevi, Abbasi ve Fatimi hilafetleri) ya da Osmanlı ve Safeviler gibi çoğulcu bir yapıya sahip imparatorlukların bir parçasıydı. Bu belki de 20. yüzyılın ortalarında Arap olmayan azınlıkların hassasiyetlerini anlamada tereddüt eden Arap milliyetçiliği kavramının yükselişine kadar Araplar ve Kürtler arasında diğerini yok sayan bir nefret ve uyuşmazlığın ortaya çıkmasını engelledi. Bugün Suriye içerisinde Kürtlerin çoğunlukta olduğu sınır bölgesini kontrol etmeyi amaçlayan Türk hareketlenmesinin yanısıra Suriye, Lübnan, Yemen ve Filistin’in bazı bölgelerinde açık bir İran hegemonyası gerçeği de var. Boş propagandalar bir yana İran’ın Türkiye’nin kuzey ve kuzeydoğudaki Kürt bölgelerine karşı yürüttüğü askeri operasyondan çok memnun olduğunu söyleyebiliriz. Bunun ilk nedeni bir projesi olması, ikincisi, manevralarının maliyetini dikkate almasını gerektiren hesapları ve çıkarlarının nerede olduğunu çok iyi bilmesidir. İranlılardaki bu ikili özellik Araplarda yok. Arapların ne ortak bir projesi ne de hesapları var. Şu anda Suriye’nin kuzeyinde gerçekleşen askeri operasyon –teorik ve en azından resmi olarak- bir Arap toprağında gerçekleşiyor olsa da dar hesaplar ve karşılıklı nefretten uzakta bu operasyonun özünü, boyutunu, olası sonuçlarını değerlendirecek bir Arap stratejik yaklaşım ortada yok. Suriye devriminin patlak vermesinden sonra -elbette başkaları gelip kendisini içeriden tahrip etmeden önce- Kürt kardeşlerimiz önceliklerini ve yollarını diğer devrimci oluşumlardan ayırmakta acele ederek yanlış yaptılar. Aralarında aşırılık yanlısı ve şüpheli kişileri ortaya çıkıp Suriye’nin kuzeyinde Suriye Kürdistanı (Rojava) devletini kurma projelerinden açıkça bahsetmeye başladılar. Haritalar çizip bu bölgedeki kent ve şehirlerin adlarını değiştirdiler. Arapların çoğunlukta olduğu kuzey Rakka bölgesi aracılığıyla bu bölgeyi Afrin kantonuna bağlamaya çalıştılar. Ancak bunların yanısıra vatansever, akıllı, en büyük hedefin Suriye halkının bütün oluşumlarının birlikte yaşayabileceği adil, ne mezhepçi ne de milliyetçi olmayan bağımsız Suriye olduğuna inanan Kürt güçler de vardı. Öte yandan Türkiye ve İran 9 yıldır devam eden ayaklanma süresince savaşan 2 tarafı destekleyen taraflardan Rusya ile koordinasyon ve örtülü bir uzlaşı içinde olan taraflara dönüştüler. Türkiye’yi tekfircileri desteklemek ile suçlayan İran sonunda Astana Süreci’nde Türkiye’nin ortağı haline geldi. Sürekli Esed rejiminin yaptıklarına karşı eli kolu bağlı kalmayacağı tehdidini savuran Türkiye, Tahran’ın mezhepçi milis güçlerinin rolünü, Rusya’nın askeri desteğini hatta milyonlarca Suriyeli mülteciyi unutmuş gibi yaparak onların göç etmelerine neden olanlar ile ittifak kurdu. Son olarak bir de hem var hem de yok olan büyük oyuncu ABD var. ABD yıllardır Tahran rejimi ve kendisine bağlı olan Suriye rejimini terörü destekleyen rejimler olarak kabul ediyordu. Ancak buna rağmen DEAŞ gerekçesi ile Barack Obama döneminde İran’ın bölgede yayılmasına göz yumdu. Suriye rejimi ve topraklarının büyük bir bölümünün Moskova ve Tahran’ın koruması altında kalmasına sessiz kalırken dün DEAŞ’a karşı savaşmış ve onu durdurmuş olan Kürtleri bugün terk ediyor. Büyük küçük herkesin çıkarları ve bakış açıları var. Biz Arapların rolü ise tepki vermek ile sınırlı. Bu gelecek için hiç de güven verici bir mesele değil. 3 bölgesel güç İsrail, İran ve Türkiye’nin her biri içeride gerçek krizlerden muzdarip olsalar da; ortak karar ve minumum düzeyde de olsa iç uzlaşı sayesinde krizlerini dışarıya ihraç edebiliyorlar. Ama maalesef Arapların durumu farklı ve bölgenin geleceğine yönelik okumaları ihmalkâr ve yetersiz kalıyor.

مشاركة :