40 yıl önce 1979’da tekrar tekrar hatırlanmayı hak eden ve İran nüfuzunun Ortadoğu’ya doğru genişlemesi ile sona eren hikaye başladı. Bunu söylediğimizde kendimizi sertçe eleştiriyor olabiliriz ama yanılsamalarımızın bu genişlemede etkili olduğunu söylemeliyiz. Yanılgılarımızı besleyen tam bağımsızlık hırsı olduğunu ve bunun kesinlikle gerçek olduğunu belirtmeliyiz. İran devrimi böyle bir dönemde gerçekleşti ve Arap dünyasında büyük bir çoğunluk kendisini hevesle destekledi. Bunun pek çok nedeni vardı fakat hepsinden önemlisi Filistin-İsrail sorunuydu. Cemal Abdunnasır, 1970 yılında Filistin’i kurtarma vaadini gerçekleştiremeden ölmüştü. Hatta vaat edilen bu kurtuluş, bütün Filistin topraklarından 1967 yılında işgal edilen toprakların geri alınmasına kadar gerilemişti. Aynı yıl, Filistin direnişi Ürdün’de büyük bir yenilgiye uğramıştı. Bölgeyi bu konu yani Filistin sorunu ile özetleyenler için her şey daha da kötüye gidiyordu. 1973 yılındaki zafer, Mısır-Suriye çatışması, akabinde de 1978-1979’da Mısır-İsrail barışı ile sonuçlanmıştı. Bu sırada ve tam olarak 1976’da Hafız Esed, ordusunu Lübnan’a göndererek Hristiyan sağı Falanjistleri desteklemiş ve Filistin devrimini kırıp geçmişti. Dolayısıyla Humeyni devrimi birçokları için çölün sabırsızlıkla beklediği yağmur gibi göründü. İsrail’in müttefiği ve ABD’nin işbirlikçisi İran Şahı devrilmiş ve ülkeyi terk etmişti. Nitekim Ayetullah Humeyni gerçekten de İsrail ile iişkileri kesti ve Tahran’daki büyükelçiliğini Filistin Kurtuluş Örgütü’nün merkezine dönüştürdü. ABD Büyükelçiliği baskına uğradı ve çalışanları rehin alındı. Lübnan’daki Filistin kamplarında askeri eğitim alan bazı İranlı gençler yeni dönemin önde gelen sembollerinden oldu. Devrimci iktidar, altmışlı yıllardaki radikal Arap milliyetçilerin dilini benimsedi. Hatta radikallikte onu aştı. Bunun yanısıra dini kutsallık ile destekledi. Bu yüzden dolu dolu bir sesle şunu söyler olduk: Onların İsrail ile barış imzalayan Sedatları, bizim de Kudüs’de namaz kılacak Humeynimiz var! O günlerde Tahran, mezhep ve dini grupların üstünde bir İslam birliğinden “Vahdet”ten bahsediyordu. Ancak devrimin hazırladığı anayasanın birinci bölümünün 12. maddesi dikkatimizden ya da bazılarımızın dikkatinden kaçmıştı. Bu madde şöyle diyordu: “İran’ın resmi dini İslam, mezhebi Caferi İsnaaşeriyye (Şii) mezhebidir. Bu madde sonsuza değin değiştirilemez. Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Zeydi gibi diğer İslam mezhepleri de tam saygınlığa haizdirler. Bu mezheplerin mensubları kendi fıkıhlarına göre dini merasimlerini icra etmekte serbesttirler”. Bu madde, diğer mezhep mensuplarını bir nevi zımmiler (gayrimüslim azınlıklar) gibi görüyordu. Çok geçmeden pek çok şey değişmeye başladı. Her ne kadar İran-Irak savaşını başlatan İran’ın devrimini ihraç etmesini durdurmak gerekçesiyle Saddam Hüseyin olsa da bu savaşın devam etmesini seçen Humeyni oldu. Saddam, rejimini güçlendirmek için savaşı başlattı, Humeyni de aynı amaçla bu savaşı sürdürdü. Her 2 taraftaki insani ve maddi maliyet Humeyni’yi durdurmadı. Bu sırada mezhebi durum bölge genelinde kötüleşmeye ve kaynamaya başladı. Savaşan taraflar Ortadoğu atmosferini mezhepçi ve kavmiyetçi eğilimler ile kirletmişlerdi. Bu politikaya yeni rejimin, Şah’ın 1971 yılında işgal ettiği 3 Körfez adasındaki işgali sürdürmekte kararlılığı da eşlik etti. Bütün bunların ardından bazıları, yeni rejimin eskisinin karşıtı olmadığı ve öne sürdüğünün aksine mezhepçi ayrımcılık ve ulusalcılık yaptığı sonucuna vardılar. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Bağdat’ın safında yer alarak İran rejiminin elinden Filistin kartını çekmeye çalıştı. Ancak Şam’daki Esed rejimi, bu kartın kazanımlarını kendisi ile İran arasında paylaştırdıktan sonra İran rejiminin kartı elinde tutmasını sağladı. Körfez Savaşı’nın ilk 3 yılında, Suriye’nin başkentinde Lübnanlı Hizbullah ile Filistin İslami Cihad Hareketi kuruldu. Ancak Filistin, İsrail ve direniş ile atılan sloganlar ve koparılan gürültüler, seksenli yılların ortasında Irangate ya da İran-Kontra skandalının ortaya çıkmasına mani olamadı. Bu skandal ile Ronald Reagan’ın ikinci Başkanlık döneminde ABD’nin, İran’a silah satışını kolaylaştırarak buradan elde ettiği geliri ABD yasalarının kendilerine yardım yapılmasını yasakladığı Nikaraguadaki kontrgerillalara aktardığı ortaya çıktı. Bunun yanısıra Lübnan’da İran’ın müttefikleri tarafından kaçırılan Batılı rehinelerin de bu şekilde serbest bırakıldıkları açığa çıktı. Esed Suriyesi aracılığıyla ve Filistin’in adı kullanılarak Ortadoğu’nun tarihindeki o büyük aldatmacanın temelleri atıldı. 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başlarında İsrail sağı ile Filistinli takipçileri aracılığıyla Tahran ve Şam, bölgede barışın kaydedebileceği her türlü ilerlemeyi engellemek için çabalarını birleştirdi. İsrail’in 2000 yılında çekilmesinin akabinde Lübnan’da da barış engellendi. Ancak bu aldatmacanın emperyal bir projeye dönüşmesi için öncelikle Irak engelinin ortadan kalkması gerekiyordu. 2003 yılında otoriter Baas rejimini yıkan ABD işgali bu engeli de yıktı. Bundan önce de Afganistan’da Taliban rejimi devrilmişti. Bu da İran’ın batı cephesini rahatlatmış ve güven duymasını sağlamıştı. Bunun üzerine Tahran ve Şam, Sünni tekfirci güçlerle dayanışma içinde yönünü Irak’a çevirdi. O zamandan beri Ortadoğu/Maşrık ülkelerinden hiçbirinin kendi içişleri kalmadı. İran hep İsrail’le savaş gerekçesi ile hepsinin içişlerinde etkili bir aktöre dönüştü. Bu nedenle, pratikte İran’ın aldatmaca ve kontrol sistemine karşı en büyük meydan okuma sayılan Suriye devirimi patlak verdiğinde Tahran’ın Arap uzantılarının yardımıyla İran rejimi bu devrimi ezmek için harekete geçti. Irak ve Lübnan devrimlerinde yaşanan gelişmeleri takip ederken ve İranlı ayaklanmacılardan 2009’daki Yeşil Devrimin “Ne Gazze ne Lübnan, canım sana feda olsun İran” sloganını yeniden dinlerken bütün bu olayları ve aşamaları hatırlıyoruz.
مشاركة :