İran’ın başkentinin çevresinde Ukrayna Havayolları’na ait sivil bir uçağının düşürülmesi, Tahran rejiminin doğasını daha fazla ortaya çıkarabilir. Ama gerçek şu ki, uçak konusunda yaşananlar, Humeyni Devrimi’nin 1979’dan bugüne seyrini takip eden tarafsız ve nesnel takipçilerin bildiklerine yeni birşey eklemedi. Kanlı çatışmaları, idamları, bombalı saldırıları, Sadık Halhali’nin yönettiği mahkemeleri, devrime ilk katılanların birçoğunun maruz kaldığı eziyeti, Devrim Muhafızları’nın önderliğinde liderlerin yavaş yavaş yayılmacı ve milisçi bir “mafya”ya dönüşmesini hatırlayanlar bu rejimin doğasını çok iyi biliyorlar. Ölüm kültürünün yüceltildiği bu yerde yaşam kültürünün hiçbir anlamı yok. Kendisini hesap vermenin üstünde gören bir otoritenin karşısında özgürlüklerin hiçbir değeri bulunmuyor. Demokrasi, yönetim merkezi başka yerde olduğu için herhangi bir içerikten arındırılmış, yalnızca dış ve halkla ilişkiler için kullanılan bir vitrinden ibaret. Devlet, etnik ulusal boyutu dışında gevşek ve içi yarı boş bir varlık. Azınlıkların ise boyun eğmekten başka bir rolü yok. Bu devletin içerisinde, ondan daha büyük, her şeyi halleden, direktifler veren, biriktiren ve harcayan, alıp satan, dışarıda kendisinin bir kopyası, aslı gibi şubeler açan bir devlet daha var. Bu şubelerin misyonu ise, Velayet-i Fakih sisteminin özel bir eyaleti olmak. Hiç kimse İran’ın kendine yaraşır bir rol oynama hakkını tartışmıyor. Bu çok doğal bir hak. İran; köklü, büyük bir mirası, harika bir kültürü ve göz kamaştırıcı bir sanatı olan bir ülke. Nüfusu yaklaşık 84 milyon olan – yani Avrupa’nın en büyük ikinci ülkesi olan Almanya’nın nüfusu kadar- 1 milyon 650 bin kilometrekarenin çok az altında büyük bir alana yayılmış bir ülke. Doğal kaynaklarına gelince, diğer çeşitli kaynakları bir yana sadece enerji alanında dünyadaki dördüncü en büyük petrol rezervine ve ikinci en büyük doğalgaz rezervine sahip bulunuyor. Sırası gelmişken, Almanya’nın dağınık tarihine, yarı bağımsız dört bir yana dağılmış oluşumlarına, ayrıca iki dünya savaşında da yenilmiş olmasına rağmen ekonomik, kültürel, siyasi ve uluslararası bir güç olmayı başardığını hatırlatalım. İran’ın “Ortadoğu’nun Almanyası” olmasını, barışçı ve rasyonel bir “liderlik lokomotif” rolünü oynamasının önüne geçen hiçbir şey yoktu. Konrad Adenauer’ın vizyonu, Ludwig Erhard’ın ekonomi mucizesi, Willy Brandt’ın Avrupa kıtasının merkezinde Batı ile Doğu arasındaki ilişkilerde benimsemiş olduğu bilgece “Ostpolitik” siyasetinin gölgesinde Almanya’nın Avrupa’da oynadığı rolü üstlenebilirdi. İran, açığa çıkan pervasız emperyal emellerinin bedelini ödemek yerine bir modernleşme etkeni, bölgesel bir “kalkınma projesi” olabilirdi. Bu emeller, Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin “Körfez’in jandarması” olma hayali ile başladı ve Mollaların devrimlerini ihraç etmekte inat etmeleri, intihar anlamına gelse de bunda ısrar etmelerinin yol açtığı felaket ile sonlandı. İhraç etmek istedikleri bu devrim ise geçmişte yaşayan, gelecekten uzak duran, doğrusu ve yanlışıyla tarihin bütün nefret ve kinlerini uyandıran karanlık bir devrimdi. Almanya, Avrupa Birliği projesine önderlik edip genişlemeci askeri maceralara girişmeden dünyanın en muazzam ekonomilerinden birini inşa ederken ne yazık ki İran bunun aksini yaptı. Ortadoğu’yu insani, siyasi ve ekonomik açıdan maliyetli bir dizi savaşa sürükledi. Bu savaşlar dizisi, Tahran’ın devrimi ihraç etme politikasını uygulamaya başlaması ile patlak veren Irak-İran savaşı ile başladı. Humeyni liderliğinin –bildiğimiz gibi- “zehri yudumlaması” ve savaşın sona ermesinin akabinde Tahran taktiğini değiştirdi. Ama stratejik hedefini değiştirmedi. Böylece Devrim Muhafızları, komşu Arap ülkelerinde kendisine tabi milis güçleri oluşturmaya, mezhepçiliği körüklemeye, şiddet ve militarizmi teşvik etmeye, açılım ve ılımlılığı yıkmaya, Şii Arapların mirasına el koymaya, rehin almaya başladı. Tarih ve uzlaşıdan intikam almak için üstünlüğe ve kapalı görüşlülüğe dayanan bir bağlamdan yola çıkarak militarizasyona zorlamak, gerçek Şiiliğe yabancıdır. Kibir ve büyüklenmeyi haklı göstermek için mazlumiyet sloganlarına sığınmak, Arap Şiilerin kimliğini marjinalleştirmek, çevrelerinden uzaklaştımak için Ehl-i Beyt sevgisini, Şiiler ile sınırlamak Şiiliğin kendisine aykırıdır. Rejim ve Devrim Muhafızları’nın stratejisinin ilk kurbanları, Lübnan’da, Irak’ta, Yemen’de hatta bizzat İran’da görüldüğü gibi Şiilerdir. Bu strateji bağlamında bağımsız Şii kararına el konuldu, kaçırıldı ve çarpıtıldı. Bu aykırı durum gün gelip de kendini tüketip sınırlarını aştığında kımıldanmaların başlaması ise oldukça doğaldı. Nitekim, başladı da. Bunlar ilk olarak, İran’da başladı ve birçok kez bastırıldı. Sonuncusu 2019 yılının sonlarında yaşanırken, 2009 yılında da Yeşil Devrim patlak vermişti. Aynı şekilde kendisini Lübnan meydanlarında, özellikle de Nebatiye, Sur, Baalbek, Kafr Ruman gibi Şii çevrelerinde gördük. Bütün dünya, bu halk hareketinin görüntülerini ve Irak’taki Kerbela, Necef, Nasıriye, Basra, el-Hille ve Divaniye’deki sonuçlarını paylaştı. Devrim Muhafızları ve yandaşlarının hegemonyasına karşı halk hareketlerinin cinini, Şiilerin kalelerinde bile lambasına geri göndermek artık mümkün değil. Gözler artık zorbalık ve faşizmden korkmaz oldu. Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani, ABD yönetiminin ABD’nin çıkarlarını göz önüne alan bir karar ile tasfiye edildi. Kendisinden kurtulma kararı uzun bir süredir gündemdeydi ama şu ana kadar uygulanmamıştı. Dolayısıyla, ilk olarak İran’ın, ikinci olarak rejiminin kurbanlarının dikkatlice okumaları gereken uluslararası koşullar ve denklemler var. Süleymani bugüne kadar hayatta kaldı çünkü uzun bir süre diğer bölgesel projeler ile İran’ın projesinin “çıkarlarının kesişmesi” halini temsil ediyordu. Ancak öncelikler ve ihtiyaçlar değişir değişmez kendisini denklemin dışında bırakacak karar alındı. Aynı ilke, Irak içinde ve dışında tüm takipçileri için geçerlidir. Bu durumda, asıl mesele “Direniş Ekseni”nin düşmanlarının yenemeyeceği kadar güç sahibi olması değildir. Bilakis, bu eksenin – bilerek ya da bilmeyerek- belirli geçici çıkarlara hizmet ettiğidir. Ukrayna uçağı felaketi dün, İran rejiminin hükümet ve teknoloji alanında öldürücü ayıplarını bir kez daha gözler önüne serdi. Teknik açıdan süper güçlere kafa tutamayacak bir ülkede birden fazla otorite ve söylem bulunuyor. Bu yüzden, İran’ın nükleer güç elde etmesi durumunda bu, herkesten önce İran için bir felaket olacaktır. Etkin deprem kuşağı üzerinde yer alan bir ülkede nükleer tesisler, sivillere yönelik zararları sayılamayacak kadar çok olacak saatli bombalar gibidir. ABD (Three Mile adası kazası) ve Japonya (Fukuşima Nükleer Santrali kazası) gibi gelişmiş ülkelerde bile nükleer sızıntılar büyük zararlara neden olabiliyor. Akıllı füzelerin, sivil ile düşman askeri uçakları birbirinden ayıramadığı İran’da, bir nükleer sızıntı nasıl kontrol altına alınabilir?
مشاركة :