Başkaları gibi ben de ABD Savunma Bakanı Mark Esper’ın Hindistan ziyaretinden dönerken İsrail’i de ziyaret ettiğini ve birkaç saat Tel Aviv’de kaldığını, ziyaretin amacının İsrailli yetkililere Başkan Trump’ın hükümetlerinin beklediği onayı verdiğini iletmek olduğunu okudum. Başkanlık seçimlerinin sonuçları açıklanmadan önce yazdığım için, bu yazı yayınlandığında seçimin sonuçları açıklanmış ve Başkan Trump yeni ve son 4 yıllık dönemi için Oval Ofise yerleşmiş olabilir. Yahut Demokrat aday Joe Biden kazanıp, 4 yıllık görevi sona eren eski sahibine veda etmek zorunda olacak bu ofisin yeni sahibi olmuş da olabilir. Her ikisi de mümkün ve olası, hiç kimse aralarından kimin kazanacağını tahmin edemez. Haftalardır ve aylardır takip ettiğimiz bu yarışta siyasi analistlerin bir tahminde bulunamamaları, demokratik sürecin asgari özelliklerinin karşılandığı bir seçim süreciyle karşı karşıya olduğumuzun açık bir göstergesi. Bu elbette başka bir konu, ama bizi Esperin İsrailli mevkidaşı Benny Gantz, ardından da Başbakan Binyamin Netanyahu ile görüştüğü ve onlara Başkan Trump’ın İsrail’e F-22 Raptor uçağı satışını onayladığını ilettiği hakkındaki habere geri dönmeye davet ediyor. Seçimlerin kazananı kim olursa olsun, Biden kazanıp Trump kaybetse de seçimin sonucu haberin içeriğini değiştirmeyeceğinden haberin içeriğine geri dönmeliyiz. Bu haberi okuduktan sonra ve bir yandan birden fazla Arap ülkesi ile barış anlaşmaları imzalama çabasından vazgeçmezken diğer yandan ABD’de mevcut en modern ve gelişmiş silahları satın almaya çalışmaktan çekinmediğini gördüğümüzde, İsrail’in barış anlayışını sorgulamamız gerekir. Seçimin sonucu haberin içeriğinden hiçbir şey değiştirmeyecek. Çünkü Trump’ın kazanması ve zaferinin kesinleşmesi durumunda bu karardan geri adım atması düşünülemez. Aynı şekilde Biden’ın da kazanması halinde selefinin aldığı bu kararı iptal etmesi hayal edilemez. Kısacası Washington, birden fazla ülke ile barış anlaşması imzaladığı bir dönemde Tel Aviv’i bölge ülkeleriyle ilişkilerinde farklı bir mantıkla düşünmeye teşvik etmedikçe kazanan kim olursa olsun bu kararın iptal edilmesi olası değil. Doğrusu şu ana kadar da böyle bir düşünce biçiminin var olduğuna dair hiçbir işaret yok, ama yine de hala umut var. Bu uçakla ilgili yayınlanan bilgiler, ABD dışında satılmadığını, dolayısıyla İsrail’e satışının benzeri görülmemiş bir istisna olduğunu söylüyor. Daha önce hiçbir ülkeye satılmadığını ve büyük olasılıkla gelecekte de satılmayacağını gösteriyor. Tabi ki ondan daha güçlü ve modern bir uçak üretilmediği sürece. Bu uçak, akıllı bomba adı verilen bombayı taşıma kabiliyetine sahip tek uçak. Akıllı bomba ise, yeraltında onlarca metrelik alanı yok edebilen en güçlü nükleer olmayan bomba olarak tanımlanıyor. Bu tip bir bombanın 14 ton ağırlığında olduğunu duyduğumuzda, aslında bildiğimiz anlamıyla bir bomba taşıyan bir uçakla değil, patlayıcı bir dağ taşıyan bir uçakla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Ne uçağın kabiliyetleri ne de taşıdığı bombanın patlayıcı gücü, İsrail’i bu ikisini elde etmeye iten gerçek niyet, Washington’un bu uçağın sadece ABD’ye ve aynı şekilde bombanın da sadece onun ordusuna ait olduğuna dair kuralı çiğnemesini sağlayan gerekçeler açısından bu, hayal bile edilemeyecek bir şey. İsrail’in Arapların kendisine karşı birleştiği 1948 savaşını izleyen dönemden, bu savaşın daha sonraki savaşlar dizisinin evrelerinden biri olduğunun ortaya çıkmasından, BM’nin Taksim Kararı’nı taraflara sunması ve Filistinlilerin bunu kabul etmemesinden sonra bu şekilde düşünmesi ve en gelişmiş silahları elde etmek istemesi doğal ve anlaşılabilir. Zira Taksim Kararı’nın reddedilmesi, Filistin tarafının kararın sunduğundan daha fazlasını elde etmek arzusunda olduğu, bu tarafın topraklarını geri almak için başka bir yöntemi bulunduğu, bu karar ile ulaşamadığı şeyi elde etmek için güç dışında bir araç görmediği dışında bir anlamı yoktu. Aynı şekilde, İsrail’in 5 Haziran 1967’den sonra da hem uçağı hem de bombayı istemesi haklı görülebilirdi. Çünkü o tarihte toprakları işgal altına giren ülkeler, bu toprakları geri alana kadar susmayacak, sınırlarında egemenliklerini yeniden sağlayana kadar sakinleşmeyecekti. Ancak bugün, farklı bir dönemde yaşıyoruz. 1967’de İsrail’in işgal ettiği Sina Yarımadası yeniden anavatana katıldı ve Kahire ile Tel Aviv arasında bir barış anlaşması imzalandı. Bunu Amman ile imzalanan barış anlaşması takip etti. Filistinliler bir dönem Oslo’da İsrailliler ile barış müzakereleri yürüttüler. Oslo’ya gitmeleri barış seçeneğini savaşa tercih ettikleri anlamına geliyordu. Masaya oturmaları ve tüm dünya önünde müzakerelere katılmaları da bunun en güçlü kanıtıydı. Oslo projesinin karşı karşıya kaldığı aksiliklere ve İsrailin sözlerinden dönmesine rağmen, çevremizdeki genel sahne, Filistinlilerin her şeye rağmen nihai statü meselelerini müzakere etmek için tekrar masaya oturmaya hazır olduğunu söylüyor. Nitekim Devlet Başkanı Mahmud Abbas da birkaç gün önce bu anlamda bir açıklama yaptı. Ama bunun gerçekleşmesi tabii ki karşı tarafın ve aynı derecede arabulucu ABD’nin ciddiyetine bağlı. Genel sahne ayrıca, üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini başlatmasının, Arapların genel olarak İsrailliler ile savaşmaya istekli olmadıklarının, onlarla barışın sağlayacağı huzur içinde yaşamak arzusunda olduklarının yeterli bir göstergesi olduğunu söylüyor. Barışın her zaman onu koruyacak bir güce ihtiyacı olduğu doğru. Ancak ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’un, ağustos ayında bölgeyi ziyaret ettiğinde, ülkesinin İsrail’in komşularına karşı niteliksel askeri üstünlüğünü garanti ettiği sözleri, F-22 Raptor uçağı ve akıllı bombanın gücü hakkında bildiklerimiz, bütün bunların barışı koruma değil bir savaşa hazırlık olduğunu söylüyor. İsrail barıştan bahsedip kendisini istediğini söylese de bütün bunlar aksini gösteriyor. Kendisiyle ilişkileri başlatan ve başlatmayan Arap başkentlerinde, bir savaş planladıklarına hatta düşündüklerine dair herhangi bir gösterge bulunmazken, İsrail kime karşı savaşmayı düşünüyor? Tel Aviv, Tahranla savaşmayı mı planlıyor? Bu savaş için de bir gerekçe yok. Çünkü iki ülke arasında savaş çıkacaksa bu, İran’ın Kudüs’ü kurtarmayı düşünmesi ve bu gayesini gerçekleştirme yolunda çaba harcamaya karar vermesi halinde çıkabilir. İran hükümeti ise bunu daha önce hiç düşünmedi ve gelecekte de düşünmeyecek, çünkü Tahran’daki Dini Lider rejimi Filistin davasından en çok yararlanan taraftır, ama ona hizmet etmeyi düşünecek son taraftır da. İsrailin askeri üstünlük, uçak ve bomba hakkındaki haberler ışığında bahsettiği barış, hükümetlerle barış olarak kalmaya ve halklar düzeyine intikal etmemeye mahkum bir barıştır. Bu durum ancak Tel Aviv’i yönetenler barış doktrininin savaş doktrininin yerini almasını sağladıklarında, barışın sadece sözlerle gerçekleşmeyeceğine, anlaşmalardaki maddelerden ibaret olmayıp kendi karar alıcılarının kanaatleri haline gelmesi gerektiğine inandıklarında değişir.
مشاركة :