İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İbrahim Reisinin zaferi, esasında neredeyse kesindi ve adayların isimlerinin "Humeyni demokrasisi" organları tarafından "elenmesinden" sonra daha da kesinleşmişti. Dahası bir süre önce Reisinin “muhafazakar” adı verilen kanadın sadece cumhurbaşkanlığı için değil, aynı zamanda birkaç yıl içinde Ali Hamaneyin halefi olarak “Dini Lider” pozisyonu için de favori adayı olduğu söylenmişti. Bu gerçekleşmesi halinde söz konusu akımın ve arkasından Devrim Muhafızlarının İran’daki siyasi yaşam üzerindeki hakimiyetini perçinleyecektir. Öte yandan, İsrailde Binyamin Netanyahu iktidarı fenomeni için geri sayım, kendisine karşı birkaç bloğun tesis edilmesine tanık olan birkaç yıl önce başlamıştı. Gelgelelim Netanyahu kurnazlığı, manevraları ve iyi bilinen ileri kaçma yeteneği sayesinde geçen haftaya kadar her seferinde rakiplerinin "saflığının” üstesinden gelmeyi başarmıştı. Cumhuriyetçi ABD yönetiminin desteği de onun için rahatlatıcıydı ve mevcut tüm yollarla popülaritesini artırmaya çalışmıştı. Aşırılıkçı Naftali Bennett akımı ile merkezci Yair Lapidin akımı arasındaki tuhaf ve garip ittifakın, generallerin ve ordunun vitrini Mavi Beyaz İttifakı’nın başaramadığını başarmasından sonra bile, Netanyahu’nun henüz tüm kartlarını kaybetmediğine inananlar var. Zira İsrail "demokrasisi" de kendini yeniden tanımlamada uzun bir yol kat etti ve milisçi yerleşimciler ile aşırı fanatiklerden oluşan gruplar, Knessetin koridorlarının dışında siyasi oyunun önemli bir aktörü haline geldiler. Hatırlatmak gerekirse, "Halil kasabı" Baruch Goldstein ve İzak Rabinin katili Yigal Amir gibi isimleri yetiştiren bu gruplar mevcut ve aktifler, birkaç gün önce Kudüsteki Bab el-Amud (Şam Kapısı) bölgesinde düzenlenen gösteride olduğu gibi ırkçı seslerini yükseltmekten çekinmiyorlar. Bu gruplar var oldukça, Netanyahu ve onun gibi barışın kazanımlarından kaçan herhangi bir kaçak, bundan sonra da teslim bayrağını çekmeme hakkına sahiptir. Bunlar İran ve İsrail için geçerliydi, Ortadoğu bölgesindeki “büyük bölgesel” güçlerin üçüncüsü Türkiye’ye gelince, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde, üç “küresel dev” ABD, Rusya ve Çin ile belirsiz ilişkilerinde kendinden daha emin bir biçimde manevralar yapıyor. ABD yönetiminin değişmesi ve Demokratların başa geçmesinin Ankaraya, Donald Trumpın elle tutulamaz ve şahsileşmiş yönetiminin aksine, "profesyonel" bir ABD yönetimi ile krizlerin ve çelişkilerin yönetiminin daha kolay olduğu güvencesi vermiş olduğu aşikar. Burada, Ankaranın üç büyük başkentle ilişkilerinin, sorunlu olduğunu belirtmek gerekir. Rusya ile ilişkilerinde Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Asyadaki eski tarihi Rus-Osmanlı çatışması arka plandaki yerini koruyor. Çin ile ilişkilerine, bu ülkenin yükselişi, Çin içinde en büyük Türk etnisitesini oluşturan Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan-Uygur bölgesinden başlayarak batıya, Orta Asya’ya doğru yayılması damgasını vuruyor. Ankara-Washington ilişkilerine gelince, gerilimlerinin kökleri daha yeni. Washingtonun Ermeni soykırımı yarasını kaşıması, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü "NATO"nun en büyük gücü ile ittifakın tek Müslüman devleti ve aynı zamanda nüfus olarak ittifak içindeki en kalabalık ikinci ülke arasında onlarca yıldır dostane bir şekilde devam eden bir arada yaşamanın şeklini bozdu. Karadenize girişi kontrol eden ve topraklarında Sovyetler Birliğine yönlendirilmiş ABD askeri ve casusluk bölgelerine ev sahipliği yapan Türkiyenin, "Soğuk Savaş" döneminde Batı için değerli bir birikim olduğu biliniyor. Dahası, iç siyaset oyununda usta olan ve milliyetçilerle ittifak yapan Erdoğan, güçlü ve zayıf yönlerini iyi biliyor. Bu nedenle, işgal altındaki Filistin topraklarından, Suriyede Rusya ve İran ile vardığı "Astana Anlaşması"na ve Rus-Çin-Türk unsurların demografik olarak iç içe geçtiği Orta Asyadaki Türk derinliğine kadar uzanan bir alanda bazen Sünni İslam adına, bazen de Türk birliği adına manevralar yapıyor. Üç bölgesel gücün hırsları ve çıkarları, bir tür yapay ve keyfi bir demokrasiden çok daha ağır ve değerli. Onun aracılığıyla, bu güçler yaptıklarından kaçabiliyor, uluslararası toplum ile siyasi halkla ilişkiler uygulamalarında onun arkasında siperleniyorlar. Esasında, dini veya mezhepsel rejimlerde saf ve ideal Batı demokrasisini uygulamak imkansız. İranda esas karar, rejimin kimliğini somutlaştıran Dini Lider yani Velayet-i Fakih’in elinde. Son İslam halifeliğinin yani Osmanlı İmparatorluğunun beşiği olan Türkiyede Erdoğan, net bir felsefeye sahip İslami bir partinin başında ülkeyi yönetiyor. İsrailde sağ, devletin Yahudi kimliği konusunda ısrar ediyor ve İsrail devletinin ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü Filistin bölgelerinde yaşayanların oy kullanmalarını engelliyor. Bu noktada, İranlı akademisyen, araştırmacı ve yazar Vali Nasrın Mart ayı başlarında ABD merkezli Foreign Policy dergisinde bölgemiz hakkında yazdıklarına değinmek istiyorum. Nasr, açıkça Arapların devrinin sona erdiğini ve Ortadoğunun kimliğini ve geleceğini çizme yarışının Türkiye, İran ve İsrail arasında geçeceğini düşünüyor. Son 20 yıl boyunca Washingtonun bölgedeki çatışmayı Arap ılımlılığı ile İran aşırıcılığı arasındaki bir çatışma olarak gördüğünü, Donald Trumpın başkanlığı yıllarında bölgede Arap olmayan 3 güç arasında anlaşmazlıkların ve büyüyen çatlakların var olduğunu gözden kaçırdığını da ekliyor. Ardından 1956daki Süveyş Krizi’nden sonra çeyrek asır boyunca Amerikan desteğiyle İran, İsrail ve Türkiyenin Arap dünyasına karşı iş birliği yaptığını, ancak Arap ülkelerinin, 2003te Irakın işgali ve ardından daha fazla çatlağa yol açan başarısız Arap Baharı ile aşağı yönlü bir seyir izlediğini hatırlatıyor. Dolayısıyla, Ortadoğuyu yeniden şekillendirme konusundaki rekabetin Arap devletleri veya Sünniler ve Şiiler arasında değil, Arap olmayan 3 Ortadoğu devleti arasında geçecekmiş gibi göründüğünü belirtiyor. Osmanlı İmparatorluğunun çöküş koşulları, eski eyalet ve bölgelerinin Avrupalı manda güçleri arasında paylaşılmasıyla ilgili kısa bir bilgi turundan sonra Nasr, bu güçleri dini, mezhepsel ve etnik ayrımcılığı teşvik etmekle suçluyor. Yöneticilerinin, İkinci Dünya Savaşından sonra bölgeyi kasıp kavuran Arap milliyetçiliği akımının baş göstermesine katkıda bulunduğuna, Arap dünyasını Ortadoğudaki Amerikan stratejisinin merkezine yerleştirdiğine inanıyor. Ancak Arap olmayan güçlerin yükselişi sonucunda kendi deyimiyle "Arapların devri sona erdi" ve Washington bölgeye yönelik taahhütlerini azaltırken Araplar, İranın bölgesel yayılmacılığından korkuyorlar. Üstü kapalı bir şekilde Washingtonu Ankaranın emelleri konusunda uyarmasına ve bazı Arap ülkelerinin Türkiyeden İrandan korktukları kadar korktuklarını belirtmesine rağmen Nasr, İran yayılmacılığından rahatsız görünmüyor veya kendisini eleştirmiyor. Washingtonun Viyanada olumlu müzakereleri sürdürdüğü bir zamanda, İran asıllı Amerikalı Nasrın "analizi" yeni bir gerçeğin kutlaması, bölgesel düzeyde entegre bir ABD-İran mutabakatının kibar ve dolaylı bir pazarlaması gibi görünüyor.
مشاركة :