Irakın kuruluşunun yüzüncü yılı: Güç ve zaman delikleri

  • 6/26/2021
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

Mekânın, kuvvet kanalları, genişleme ve daralma yolları tarafından kazınmış bir karakteri vardır. Irak düzinelerce hatta bundan çok daha fazla duyuya sahip bir mekân. Nehirleri yeryüzünü aşan suların yanı sıra, aklın, düşüncenin ve yer ile gök arasındaki ipleri ören insanın sorularının haritalarını örüyor. Yeraltındaki veya üstündeki her taşın, suskunluk içinde kanın, felsefenin, düşüncenin ve yeryüzüne yayılan gücün yaşam dilini yeniden canlandıran bir dili vardır. Irak devleti 1921’de yeni özsuyu ile doğdu. Tarihi, dini, çatışmaları, doktrinleri, hayal eden, düşünen ve bunun için savaşan hiç kimsenin aklına gelmeyen rüyası ile her zamandan izler taşıyan bir krallıktı. Irak, Abbasi, Emevi veya Safevi değildir, ne de ilk Arap iç savaşının alanıdır. Orada Ebu Nuvas, Mutenebbi, Buhturi, kelam alimleri, İslami mezheplerin fıkıh alimleri ile buluştu. Yazıcılar İbn Ravandi ve İhvan-ı Safa’nın söylediklerini kaydettiler. Hasan Basri, Mutezile, sufiler ve filozoflar, Yunan bilgelerinin sözlerinin tercümeleri arasında yüzdüler. Irak halkı Hz. Ali bin Ebu Talip, ardından oğlu Hz. Hüseyin’i alenen topraklarına davet ettiklerinde akıl ve din kan ile iç içe geçti. Zamanın rüzgarlarının üstesinden gelemeyeceği kutsal bir hayal uğruna insanların hayatları ile ölümlerini yoğurdukları bir çukur oluştu. Irak, toprağı, suyu, tarihi, halkı, dini, her şeyi ile efsanevi bir varlık. Zaman, siyasetin, savaşın, uzaklığın ve yakınlığın kanallarında kıvrılarak akar, ancak mücadele ettiği ve boğuştuğu tüm gerçeklere karşı inatçı bir varlık olmaya devam eder, ancak zamanın sıradanlığa meydan okuyan bir sırrı vardır. 19. yüzyılın başlangıcı, dünyayı yeniden şekillendiren yeni bir zamana açılan bir kapıydı. İngiltere ve Fransanın kazandığı, Almanya ve müttefiki Türkiyenin mağlup olduğu, Rusyanın liderliğinde ilk komünist ülkenin kurulduğu bir dünya savaşına kapıyı aralamıştı. Savaşta mağlup güçlerin mirasının paylaşılması, galiplerin Birinci Dünya Savaşı’nda tesis ettikleri, İkinci Dünya Savaşı’nda perçinleşen bir ilkeydi. İki büyük galip, İngiltere ve Fransa, savaşı kaybeden Türkiye egemenliğindeki Arap Maşrık (Levant) bölgesi için birbirleri ile mücadele ettiler. İngiltere, Arap devrimi liderliğine verdiği Araplara bağımsızlık ve birleşik bir devlet vaatlerine uymadı. Zira Suriye ve Irak hem Fransız hem de İngiliz hırslarının tacındaki mücevherlerdi. Türk İmparatorluğu çöktü ve Fransa, bölgeyi Sykes-Picot adıyla bilinen anlaşma temelinde paylaşma konusunda İngiltere ile anlaştı. Birinci Dünya Savaşından sonraki o yıllar dünyada ve bölgede bir dönüm noktasıydı. Devrimlerin podyumlarında dolaşan Arapların rüyaları eridi ve tükendi. İngiltere, Faysal bin Şerif Hüseyini yeni doğmakta olan Suriye devletinin krallığına taşıdı, ancak Fransa tarafından zorla Suriye’den çıkarıldı. Iraklı aşiretlerin önde gelen birçoğu kendilerini Irak tahtına aday gösterdiler ama aralarındaki anlaşmazlık, bunun önündeki en güçlü engeldi. Bir grup aşiret lideri Şerif Hüseyine giderek oğlu Faysalın Irak devletinin kralı olmasını istedi. Şerif Hüseyin ise korktu ve onlara atalarınız da Muaviye’ye karşı savaşında ona yardım edeceklerini söyleyip Hüseyin bin Aliyi yanlarına davet etmişlerdi ama Hüseyin daha sonra öldürüldü karşılığını verdi. 1921de İngiliz Sömürgeler Bakanı Winston Churchillin başkanlığında gerçekleştirilen Kahire Konferansında Iraklıların Faysalın Irak Kralı olarak atanması talebi kabul edildi. İngiltere, Faysal’ı Türklere karşı savaştığı sırada tanımıştı. Irakta önemli bir siyasi rol oynayan önde gelen İngiliz şahsiyetlerden Miss Bell, babasına gönderdiği mektupta, Sünniliğin aksine Şii dini otorite yönetim ve iktidarı kontrol ettiği için Iraka Şii değil Sünni bir kral öneriyordu. Faysal bin Hüseyin, Şiiler için Ehl-i Beytten bir Haşimi, Sünniler için de Sünni ve Hanefi olduğundan tüm mezheplerden Iraklılar tarafından kabul edildi. Faysal, İngiliz koruması altında Irak’a geldiğinde kendisine Cafer el-Askari, Nuri es-Said, Cevdet el-Eyyubi, Cemil el-Madfai, Yasin el-Haşimi ve diğerleri dahil olmak üzere Arap devrim güçleri saflarında onunla çalışan bir grup Iraklı, Suriyeli ve Lübnanlı Arap subay eşlik ediyordu. İngiliz himayesinde krallığını kurmaya girişti. Bağımsızlık isteyen aşiret liderlerinin önderlik ettiği “1920 Devrimi’nden” sonra İngilizler, rejimin doğasını belirlemeden Abdurrahman el-Nakibi başbakan atadılar. Faysal Bağdata ulaştıktan sonra Iraklı liderlere şöyle bir gizli mesaj yazdı: Irak halkı yok, Irak halkları var; çünkü 4 asır süren Osmanlı işgalinden sonra vatandaşlık diye bir şey kalmadı ve insanların sadakatleri dağıldı. Faysal, kralı olmaya ve kendisi için birleşik bir oluşum tesis etmeye geldiği ülkenin bileşiminin doğasını biliyordu. Aşiretler arasındaki dağınıklık, mezhepsel çatışmalar ve İngiliz varlığı, ateş çukurları ve birikmiş tarihi tortu yığınlarıydı. Bunlara bir de ülkenin muzdarip olduğu yoksulluk ve mevcut olmayan altyapı sorunu ekleniyordu. Irakın sınırları, özellikle Musul bölgesi, Türkiye ile ihtilaf konusuydu. İngilizlerin ülkedeki ağır müdahaleleri aleni ve aşikardı. Ülkenin yaşadığı dönüşümlerde her zaman var olan siyasi figür, Irakta başından sonuna kadar İngilizlerin adamı olan ve 14 hükümete başkanlık eden Nuri Said’ti. Faysal, İngiltere müdahalesiyle çeşitli derecelerde mücadele etse de İngiltere ile Irakın işlerine müdahale etmesine meşruiyet sağlayan bir anlaşma imzaladı. İngiliz Yüksek Komiseri Cox, Kral ile birlikte ülkenin eş yöneticisi oldu. Siyasi yaşama istikrarsızlık ve sürekli hükümet değişimi damga vurdu. General Bekir Sıdkı liderliğindeki askeri darbe yangına açılan bir başka kapı oldu. Faysal, Irakı Milletler Cemiyetine üye yapmayı başardı, böylece ülkesine bağımsızlık ve egemenlik kazandırdı. Kral Faysal öldükten sonra yerine oğlu Gazi tahta çıktı. Kral Gazi İngiliz egemenliğine karşıydı. Bu dönemde Irak, hayatın, insanların, çatışmaların, darbelerin eksik olmadığı ve trajedinin çoğu zaman her yönüyle sahnesini sarstığı alevli bir bataklıktı. İlk önce Irak siyaset dünyasında önemli bir rol oynayan Abdulmuhsin es-Sadun intihar ederek öldü, ardından Kral Gazi, hakkında farklı görüşlerin olduğu bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Shakespeare tarzı trajediler, ordunun Abdulkerim Kasım ve Abdusselam Arif önderliğinde iktidarı ele geçirdiği 1958de Rehab Sarayı’nda kraliyet ailesinin maruz kaldığı katliamla doruğa ulaştı. Bundan sonra darbeler, yoldaşların kendi aralarındaki ve düşman olarak gördükleri taraflara karşı katliamları birbirini takip etti. İkinci Dünya Savaşının başlangıcında, Mihver yanlısı bir hareket ortaya çıktı. Mihver eksenini destekleyen bu askeri harekete Reşid Ali el-Geylani liderlik ediyordu. Bunun üzerine İngiliz-Hint Ordusu müdahale ederek hareketi bastırdı ve Irakı yeniden işgal etti. Kral Gazinin ölümünden sonra, varisi İkinci Faysal yasal yaşta olmadığı için Prens Abdulilah vasiliğini üstlendi. Siyasi ateş ve komplolar artık yeraltında değil, hayatın kıvrımları arasına sokulmuştu. İngilizler danışmanları ile ülkeyi yönetiyor ve askeri güçleri ile kontrol ediyorken milliyetçi ve dini partiler arasındaki kan davasına varan düşmanlık dikkat çekiyordu. Irak, tarihinin ağırlığını taşıyor, oluşum alanının urlarından kan ve trajedi sızıyor. Bunların sonuncusu, Saddamın başka bir biçimde, darağacında biten sonuydu. Diniyle, felsefesiyle, medeniyetiyle ve savaşlarıyla insan dünyasının kuruluşuna katkıda bulunan, ancak ipleri kısalmayan, silahları paslanmayan savaş alanlarından ayrılamayan bir ülke. Nitekim kuruluşundan bir asır sonra ülkenin adı ve bileşimi hala Irak ile irak (Arapçada çatışma ve kavga) arasında gidip geliyor.

مشاركة :