​Hayır, seçmen her zaman haklı değildir

  • 12/9/2018
  • 00:00
  • 3
  • 0
  • 0
news-picture

Siyasi çıkmazın büyümesi artması ve kişisel karizma ve popülerliğin yaydığı değişimin parıltısının yok olmasıyla Fransa’nın başkenti Paris son günlerde zor anlar yaşıyor. Halkın masum ve makul taleplerle başlattığı gösterilere, kaos yanlılarının ve radikal kesimlerin müdahil olmasıyla üç haftadır hükümetin, olayların önüne geçmekte gittikçe daha fazla başarısız olduğu görülmektedir.     Fransa bu yol ayırımına nasıl ulaştı ? Demokrasi teorik ve pratik olarak bu çıkmazı çözmekte, birikmiş öfkeyi söndürmekte ve uzlaşıyı sağlamakta neden başarısız oldu? Doğrusu, köklü Batılı demokrasilerde genel olarak iktidar partileri arasında yazılı olmayan bir prensip vardır. O da seçimlerin –hem de tüm seçimlerin- sonucu ne olursa olsun seçmenler suçlanamaz. Bu demokrasilerde seçmenler; lüks ve yüksek mağazalarda her zaman haklı olan “dolgun” müşteri gibidir. Siyasi sınıflar daha en başından itibaren oyunun bu temel kurallarını, oyları ile kendisine iktidarı hediye eden ya da onu bundan mahrum bırakan sokaklar ile parti kurumlarının çıkarcı bir sosyal-siyasi bağlarla bağlanmasını kabul etmiştir. Buna karşılık, uzun deneyim ve “deneme-yanılma” yoluyla yönetici sınıfı; sokakları etkilemesini, duygularını yönlendirmesini, kendi çıkarlarına göre harekete geçmesini sağlayacak kendi özel mekanizmalarını geliştirmiştir. Böylece nasıl ki halkın kararlaştırılan seçim gününde sonuçları etkileme gücü bulunuyorsa       –solu ve sağı ile- büyük ekonomik güçleri, işçi sendikaları ve karşı medya araçları ile siyasi sınıflar da seçim sandıklarından kendi istedikleri sonucun çıkması için halk kitlelerini etkileme, olayları gelişmeleri araç olarak kullanma gücüne sahiptir. Dolayısıyla sonuç olarak; iki tarafta yani hem demokrasi sisteminin kendisine tercihlerini güvenli bir şekilde ifade etmesi fırsatı sunduğu halk hem de  kabul edilebilir ve aynı şekilde güvenli sınırlar içerisinde oyunun kurallarını uygulayan politikacılar  bundan kazançlı çıkmaktadır. Bu nedenle, hiçbir profesyonel politikacı seçimde ne kadar büyük ve acı bir yenilgiye uğrarsa uğrasın herkesi ve her şeyi suçlar ama seçmeni suçlamaz. Tarihselliğin ve kişisel “karizmanın” kurumlardan çok daha güçlü olduğu birçok kez kanıtlanmış Fransa’nın köklü ve sakin demokrasiye sahip olamamak gibi kronik bir rahatsızlığı bulunmaktadır. Burada yani devrimin yüceltildiği, halkın devrim konusunda atılgan olduğu, yapılan hatalar nedeniyle çok nadir özür dilendiği bir ülkede; temkinli hareket etme, uzlaşma, kemer sıkma politikalarını kabullenme, yanlış seçimlerin sorumluluğunu üstlenme ve aşamalı reform için gerekli sabırdan yoksun olma gibi özelliklerle ilgili bir sorun bulunmaktadır. Doğrusu romantik politika kendisini hayal kırıklığına uğrattığı için Elysee Sarayı’nın anahtarlarını hiçbir parti ya da ideolojiye mensup olmayan iddialı bir genç siyasetçiye teslim eden normal Fransız seçmenine haksızlık yapmak istemem . Ama bu çerçevede Fransa’nın “Beşinci Cumhuriyeti’ni kuran” ve en meşhur generali olan De Gaulle’nin Fransız seçmeninin ruh hali ve onu memnun etmenin ne kadar zor olduğu yönündeki sözlerini hatırlatmakta bir beis görmüyorum: “246 peynir çeşidinin bulunduğu bir ülkede yönetim nasıl olabilir ki?”. Bilindiği gibi De Gaulle son olarak 1968 yılındaki “öğrenci gösterileri” ve ardından yönetimi bırakması için düzenlenen referandum aracılığıyla bu değişken ruh halini birçok kez deneyimlemiştir. Yine Fransız seçmenine haksızlık yapmamak için 2016 yılında İngiltere’de AB’den ayrılmak için düzenlenen referandumun, bencil ve hastalıklı milliyetçi rüzgarlara kapılan İngiliz seçmenin de meçhul ve sonu belirsiz bir maceraya atılmaktan kaçınmayacağını gösterdiğini söylemeliyiz. Fransa’nın “devrim” ve “tek adam” eğilimine kıyasla İngiltere’de  “kurumsal” demokrasinin daha yerleşik olmasına ve İngiltere’deki siyasi sınıfın hızlı bir değişim yerine uzun soluklu reformu tercih etmesine rağmen İngiliz liderler gerektiğinde seçmenleri memnun etme akımının aksine hareket ederek sokakların taleplerine ve duygularına boyun eğmeyi reddebilecek kadar bir özgüvene sahiptirler. İngiltere’nin büyük liderllerinden Winston Churchill bunun en öne çıkan örneğidir. Öyle ki Churchill, o aşırı alaycılığoıyla seçmenler hakkında şöyle demekten bile kaçınmamıştır: “Normal bir seçmen ile yapılan beş dakikalık bir sohbet demokrasiye karş olmak için yeterlidir”. Günümüzde gözlemciler; İngiltere’nin uyumlu bir alternatif strateji ortaya koymadan AB’den ayrılık kararının çıktığı bir referandum düzenlemesinin neden olduğu belirsizliğe dayanan gerçek bir çıkmaz yaşadığı konusunda hemfikirler. Hatta aralarında siyasetçilerin de bulunduğu birçokları, İngiltere’yi Brüksel’in boyunduruğundan kurtarma çağrılarına kapıldıkları için AB’den ayrılmanın sonuçlarını ve getireceği yeni zorlukları gözden kaçırdıklarını itiraf ediyorlar. Son olarak ABD, İngilizlerin sakin“reformculuğu” ile Fransızların aceleci “devrimciliği” arasında bir orta bölge oluşturabilir. ABD’nin federal yönetim şekli ve kuvvetler ayrılığı ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalması çözümü zor krizlerin yaşanması olasılığını azaltmaktadır. Ama buna rağmen, günümüzde ABD’de zor ve hızlı bir şekilde gelişen sorunlara rastlanmaktadır. Dikkat çekici demografik değişim ve buna gösterilen milliyetçi tepkiler ABD’nin karşı karşıya olduğu bu yeni sorunlardan biridir. ABD’nin demografik dokusu değişirken siyasi düşüncesi de evrilmektedir. Amerikalılar arasındaki ortak değerler, seçkinler ve çıkarlarla ilgili normlar yeniden değerlendirilmektedir. , ABD’de hiçbir güvence bulunmamaktadır çünkü seçmen her zaman haklıdır. ABD’de hiçbir güvence bulunmamaktadır çünkü normal ABD seçmeni aynı anda hem “nedenselliği” yani neden ve sonuç ilişkisini hem de taleplerinin  yerine getirelememe nedenlerini kabullenmeye ve anlamaya hazırdır. Örneğin; ABD seçmenlerine ülkelerinin üretim maliyetlerinin rakiplerinin üretim maliyetlerine kıyasla  birkaç kat daha fazla olduğunu ve pazarda rekabet edebilmesi için önünde –savaştan başka- bir seçeneği bulunmadığını anlattığınızda siz destekler. Ülkelerinin;  ucuz işgücüne sahip ülkelerde fabrikaların mülkiyetine ve işletim hakkına sahip olarak rekabet avantajını korumak için gerekli fırsatları sağlamayı reddeden sanayi ve ticari partnerlerle ortaklığını sürdürmesinin mümkün olamdığını anlattığınızda siz anlar. Tüm dünya, enerjide gelecek vaad eden yeni kaynaklara yönelirken taş kömür madenleri gibi eski ve neredeyse yok olmuş sanayileri yeniden canlandırmaya çalışmanın da bir mantığı olmadığını söylediğinizde bunu kabul eder. Geçici seçim çıkarları dönemsel olarak yararlı olabilir ama gelecekte bir strateji olarak uygun değildir. Bu nedenle bir kez daha vurgulamak isteriz ki seçmen her zaman haklı değildir. Önde gelen akademisyenlerin değerlendirmelerine göre ABD tarihin en kötü Başkanlarından bazıları örneğin Warren G. Harding (1921-1923) gibi seçimlerde seçmenlerin büyük bir çoğunluğunun desteğini alarak yönetime gelmişlerdir. Diğer yandan seçimleri kaybetmelerinin ardından Nobel ödülü alan Jimmy Carter ya da eski devlet başkanı yardımcısı Al Gore gibi seçim öncesinde ve sonrasında popülerliğini koruyan kimi şahsiyetler de buna rağmen seçimleri kaybetmişlerdir. Richard Nixon 1960 yılında John Kennedy karşısında ABD başkanlık seçimlerini kaybetmesinin ardından bir de 1962 yılında California’da eyalet valiliği seçimlerini kaybetmişti. Bunun ardından Beverly Hilton Oteli’nde bir basın toplantısı düzenleyen Nixon acısını gizlemeyerek siyasetten çekileceğini şu sözlerle açıklamıştı: “Bugünden sonra artık ayaklarınızla tekmeleyebileceğiniz bir Nixon bulunmayacaktır. Çünkü ey beyefendiler, bu benim düzenlediğim son basın toplantısı olacaktır”. Ama Nixon’un siyasi hayatı burada sona ermedi. Bilakis tekrar siyasete dönerek partisini topladı ve ABD seçmenlerinin oyları sayesinde hem 1968  hem de1972 dönemlerinde ve ta ki Watergate skandalı nedeniyle istifa etmek zorunda kalana kadar  iki dönem başkanlık yaptı. Sonuç olarak; seçimleri ve demokratik düzeni benimsemiş seçmen bile her zaman haklı değilken acaba hayatında hiç seçim görmemiş anarşistlere ne demeli ?

مشاركة :