Lübnan: Taif Anlaşması bitti mi?

  • 2/24/2019
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

Birkaç gün önce Lübnan Bakanlar Kurulu toplantısında meydana gelen gelişme, Montesquieu ve Francis Bacon’ın açıklamasına ya da Daniel Webster’in incelemesine hatta Adnan Adum’un analizine bile ihtiyaç duymuyor. Bugün Lübnan’ın içinde bulunduğu şartlarda kritik ama çok normal bir gelişme meydana geldi. Kısacası Cumhurbaşkanı, anayasaya göre ülkede yürütme organını temsil eden Bakanlar Kurulu’nun gözü önünde Taif Anlaşması’nı fiili olarak feshetmeye karar verdi. Cumhurbaşkanı, Lübnan’daki bozuk siyasi, askeri ve demografik denklemin dayattığı seçim yasasından, Hizbullah’ın silah ve nüfuzunun olduğu bir ortamda söz konusu yasaya göre yapılan seçim sonuçlarından destek alarak ve Bakanlar Kurulu’ndaki dengeli ve etkisiz dağılıma dayanarak Taif Anlaşması’nı feshetti. Aslında Cumhurbaşkanı, Taif Anlaşması’na karşı çıkanların başında geliyordu. Öte yandan Mar Mikhael Anlaşması’ndaki müttefiki Hizbullah, Taif’e mutlak bir şekilde karşı olduğunu gizliyordu. Ancak Hizbullah, planlı ve ince bir stratejiye göre Taif’i etkisiz hale getirip parçalamayı başardı. Hizbullah, Mişel Avn’ı cumhurbaşkanlığına aday gösterip cumhurbaşkanlığını kendisine garantilemeden önce General Mişel Avn’ın kurduğu Özgür Yurtsever Hareketi’nin önceliği, Taif Anlaşması’nı iptal etmek için Hizbullah’tan, mezhepsel tabanından ve bölgesel bağlantılarından yararlanmaktı. Öyle ki Avn yanlılarına göre Taif Anlaşması, yürütme organında Hıristiyanların konumunu engelleyip Sünni Müslümanların nüfuzunu güçlendirdi. Fakat Hıristiyanların mevcut sayılarıyla Sünnilerden imtiyazlarını geri alamadıkları için bunu gerçekleştirmek amacıyla Hizbullah ve Şii tabanıyla ittifak yapmaları gerekiyordu. Buna karşılık Hizbullah, İran’ın bölgesel hegemonya projesinin parçası olmaya devam ediyor. Bu projenin Sünni blok engeline takıldığı Lübnan gibi çeşitlilik arz eden bir ülkede Sünnilere karşı azınlık koalisyonu kurmak için bölgesel büyük fotoğrafın bir parçası olarak Hıristiyanlara güven verip onları kazanmak gerekiyordu. Gerçekten de Hizbullah ve İranlı yöneticiler, dış platformlarda kendilerini temsil etmeleri için Lübnan’daki radikal Hıristiyanları desteklemeyi tercih etti.  İyi hafızaya sahip her Lübnanlı, Mart 2011’de başlayan Suriye intifadasına karşı Hıristiyanların bazı tutumlarını hatırlayacaktır. En büyük dini otoritelerinden birisinin şu sözü buna örnektir: “Şam rejimi kötü, ancak alternatifi daha kötü.” Ardından bu mantık, Avrupa ve ABD’de en üst seviyede piyasaya sürüldü. Buna paralel olarak Tahran, her yerde köktenciliği ve Sünni radikal terörizmi destekleme konusunda harekete geçti. Amaç, İran’ın tekfirci terörizmle mücadelede ortak olduğunu göstermekti. Bunun için Afganistan-Pakistan sınırındaki radikal gruplar, Gazze’de Hamas Hareketi içerisindeki radikal kanat ve İslami Cihat Hareketi gizliden desteklendi. Ayrıca Suriye intifadası ve DEAŞ’ın Musul işgali sırasında radikal hareketlerin büyümesine fiili olarak göz yumuldu. Tahran, yıllardır saldırmak için şeytanlaştırmaya ve uluslararası ittifaklar yapmaya hazırlanmak amacıyla Sünni radikalizmi desteklemeye çalıştı. Maalesef sıradan insanlar, Şii ve Sünni komplocuların oyununun arkasından sürüklendi. Bunun için bugün Irak’tan Suriye’ye, Lübnan’dan Yemen ve Libya’ya kadar acı sonlara şahit oluyoruz. Aynı şekilde uluslararası toplum da bu oyunun arkasından sürüklendi. Öte yandan Rusya ve Çin, baştan beri Tahran’ın safında yer aldı. DEAŞ’ın Suriye ve Irak’taki katliamları, Batı Avrupa’daki büyük devletlerin Tahran’la anlaşma yapıp Tahran’ın nükleer hırsı ve genişlemeci politikalarıyla yaşamaları için yeterli bir gerekçeydi. İran rejiminin bölgedeki kurbanlarına ve projesine karşı Tahran’la ittifak yapmayı tercih eden önceki ABD Başkanı Barack Obama döneminin bitmesine rağmen şu anki Cumhuriyetçi Başkan döneminde Washington, en azından Suriye’de temel hedef olarak DEAŞ’la mücadele etmeye öncelik verdi. Aslında Washington, Tahran’ın ve Haşdi Şabi’nin Irak’taki rolünün farkında. ABD, Suriye’deki Beşşar Esed’in istihbarat rejimiyle İran Devrim Muhafızları arasındaki derin ilişkiyi tam olarak biliyor. Bu ilişki sayesinde Hizbullah milislerinin yanı sıra Iraklı, Afgan, Pakistanlı ve İranlı milisler, Şam rejimini kurtarma savaşına iştirak etti. Yine Paris ve Londra’nın yanı sıra Washington, Lübnan’daki siyasi sahnenin detaylarını ve Hizbullah’ın siyasi karar merkezleri üzerindeki hegemonyasını iyi biliyor. Üç başkent, İsrail’in Lübnan’ın güneyinden çekildiği 2000 yılından ve oldukça iki önemli zaman olan 2006-2008 yıllarında beri bu senaryonun farkında. Lübnanlıların hatırladığı gibi 2006 yılında Hizbullah, sınır hattı üzerinden bir operasyon başlattı ve İsrail, bu operasyona büyük ve yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi. Bu saldırılar, Güney Lübnan’da Litani Nehri’nin güneyinde Hizbullah’ın askeri varlığını bitiren bir anlaşmayla sona erdi. Bu anlaşma sonucunda Hizbullah, İsrail’e karşı kullanması mümkün olmayan silahı elinden bırakmadı. Hizbullah, bu silahı 2008 yılında Lübnan’a ve 2011 yılında da Suriye içerisine doğrulttu. Aynı şekilde Washington, Paris ve Londra, Hizbullah’ın General Avn’ı cumhurbaşkanı olarak dikte etmek için Lübnan’da siyasi yaşamı engellediğini tam olarak biliyor. Üç başkent, silahlı, dışa bağımlı ve ülkeye hâkim “de facto” gücün cumhurbaşkanı ve partisinin sağladığı meşru ve anayasal desteğe sahip olmasının anlamını iyi anlıyor. Üç başkentin -bu defa meşru cumhurbaşkanı tarafından desteklenen- “de facto” gücün, milletvekili çoğunluğuyla yetinmeyip kalıcı milletvekili çoğunluğunu garantileyecek şekilde seçim yasasıyla kendisini dayatmasını kabul etmesi büyük bir felaketti. Bugün Lübnan, Taif Anlaşması’nın gerçek sonuna ve mevcut veriler kapsamında Refik Hariri ve arkadaşlarının suikastının uluslararası mahkemeye ihtiyacı kalmadığına şahit oluyor.

مشاركة :