Dini hareket içerisindeki bazı aktivistlerin 15 Mart’ta El-Nur Camii saldırısının ardından Müslüman vatandaşlarla dayanışma içinde olan Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in elde ettiği övgüye razı olmaması beni şaşırttı. Bazı eleştirmenler, “Başbakan, politik bir tutum sergiledi” dedi. Bazıları ise Ardern’in gözünün seçimlerde olduğunu belirtti. Yine onlar, bu tavrın katilin mensup olduğu aşırı sağ karşısında Ardern’in mensup olduğu sol hareketin ideolojik tutumunun yansıması olduğunu dile getirdi. Birisinden de şu ilginç sözü duydum: “Başbakanı övmek yerine başbakan, İslam dinine davet edilseydi daha iyi olurdu. Belki Allah, kalbini İslam’a açar.” En tuhaf ifadelerden birisi de şuydu: “Saygıdeğer hanımefendi övülmeyi hak etmiyor. Çünkü Ardern, kadınlara uygun olmayan bir görevi kabul eden bir kâfirdir.” Bana göre bu sözlerin tamamı geçersizdir. Fakat bu sözlerin geçerli olup olmadığıyla ilgilenmiyorum. Aksine bu sözler, bana “hüsün-kubuh (iyilik-kötülük)” meselesi olarak bilinen kadim bir tartışmayı hatırlattı. Bu mesele, daha geriye gitmesine rağmen İslami çerçevede miladi 8’inci asırda ortaya çıktı. Hüsün-kubuh, aklın gerçeği anlayıp zandan ayırt edebilme kabiliyeti üzerine cereyan eden bir meseledir. İslami açıdan bu tartışma şu soruya yoğunlaştı: “Fiillerde aklın keşfedip belirleyebileceği bir anlam ve değer var mıdır? Yoksa iyi ve kötü açısından fiilin anlamını ve değerini belirlemek, sokağa mı bırakıldı?” O dönemde çoğunluğa göre akıl, iyilik ve kötülüğün meşruiyetini belirleyemezdi. Yani aklınız, adaletin iyi, zulmün ise kötü olduğunu keşfedebilir. Fakat aklınız, iyiliğin ya da kötülüğün bir değeri olduğunu ya da meşru bir durumun temeli olabileceğini söyleyemez. Bu düşüncenin temelinde ise aklı yasama dairesinden ve tüm Müslümanların hayatından çıkarmak yatmaktadır. Müslümanların akla, gücüne ve rolüne güvenmemesinin din-yaşam, din-ahlak ve din-kanun arasındaki ayrılığa yol açtığını düşünmem, bugün beni bu tartışmayı gündeme getirmeye sevk etti. Akla yönelik bu güvensizlik, Müslümanları çifte bir hayat yaşamak mecburiyetinde bıraktı. Onlar ise, rasyonalizm ve hurafe. Şöyle ki Müslümanlar, iş yerinde insanların yaptığı ürünleri, cihazları ve sistemleri kullanıyor. Öte yandan normal yaşamlarına döndüklerinde ya da kendilerine özgü kültürel çerçevede çalıştıkları zaman bu ürünler birer saçmalığa dönüşüyor. Akıl, hayatımızdan uzaklaştırıldığından beri birileri gelip bize şöyle demeye başladı: “Aklınız, gerçekleri keşfedemez ya da hakikatin anlamını ve değerini belirleyemez. Eşyanın hakikatini anlamak için yeterince zeki olsanız bile zekânızın ve görüşünüzün sokakta bir değeri yok. Fiillerin değerini belirleyen sokaktır. Sizin rolünüz ise, düşünmeden ve araştırmadan itaat ve bağlılıkla sınırlıdır.” İçimizden birilerinin Allah’ın dininin akıl dini olmadığını söylemesine şaşırıyorum. Kendisiyle tartışmaya girdiğinizde size yüzlerce yıl öncesine ait şu gerekçeyi gündeme getirir: “Din, akıl dini olsaydı o zaman ayağın içine değil de dışına mesh etmenin mantığı nedir? Namazı iki rekât ya da üç rekât kılmanın mantıki dayanağı nedir?” Din adına aklın engellenmesi konusunda üzüntülerini dile getirmeleri için değerli okurların görüşlerime katılmasını umuyorum. Hepimiz biliyoruz ki akıl olmasaydı hayat, din, sorumluluk, sevap, ceza, cennet ve cehennem olmazdı. Önümüzdeki günlerde bu konuyu tekrar ele alabiliriz.
مشاركة :