Yeni Zelanda – Sri Lanka – DEAŞ

  • 4/26/2019
  • 00:00
  • 5
  • 0
  • 0
news-picture

Ruanda’da 1994 Mart’ında başlayan ve Temmuz’a kadar dünyanın gözleri önünde yaşanan katliamda 800 bin Tutsi ve 50 bin Hutu palalar, baltalar ve ateşli silahlar ile öldürüldü. Ülke’yi sömüren Belçikalılar’ın yarattığı ve aslında olmaması gereken bir ayrımdı Hutu-Tutsi ayrımı. Hutular Tutsiler’i Belçikalılar ile iş birliği yapmakla suçladılar ve sanal bir ayrım üzerinden yakın dönemlerin en büyük felaketinin tohumlarını attılar. Charles Tilly bu felaketi ‘Kollektif Şiddet Siyaseti’ adlı eserinde insan hakları aktivisti Alison des Forges’ten alıntıladığı şu sözlerle tasvir eder: “Saldırganlar ilkin, genel olarak küçük gruplar halinde saldırıya geçerek kurbanlarını, evlerinde sokaklarda veya bariyerlerde olsun buldukları her yerde öldürüyorlardı. Fakat çok geçmeden, yani 7 Nisan akşamı, daha büyük gruplar tüyler ürpertecek bir toplu katliam yapma fırsatını kaçırmadılar. Bunun üzerine dehşete düşen Tutsiler ve bir kaç Hutu geçmişte sığınak olarak belirlenmiş Kiliselere, okullara hastanelere, devlet dairelerine kaçıştı. Gisenyi’nin kuzey batı bölgesindeki yedek askerler Nyunda papaz okulundan elli kişiyi, Busogo Kilisesi’nden kırk üç kişiyi ve Bursasamana Kilisesi’nden de 150 kişiyi öldürdüler.....8 Nisan’da Kigali’deki askerler ve yedek askerler Nyamirambo’da bulunan bir kilisede, diğerleri ise bir kaç gün sonra yine Nyamirambo’da bulunan bir camide yüzlerce insanı katletti.[1]” Bu şekilde başlayan katliam 5 ay sürdü. Savunmasız yüz binlerce insan beş ay boyunca sığındıkları yerlerde öldürüldü. İbadethaneler siviller tarafından bir sığınak olarak görülmüş ve insanlar Tanrı’nın evinde emin olacaklarını düşünmüştü. Buna karşın ibadethaneler her yaştan sivilin makteli haline geldi. Hutu milislerinin Tutsiler’e verdikleri mesaj, kendilerini en güvende sandıkları yerde dahi güvende olmadıklarıydı. Vatanlarında, üstelik en güvende olmaları gereken yerde güvende olmadıkları hissine kısa sürede sahip olan Tutsiler ve hain olmakla suçlanan Hutular imdadı beyaz adamda aradı. Oysa Hutular’ı Tutsiler’e düşman eden de, milislerini silahlandıran da, kavga çıktığı hengamede ortadan kaybolarak insanların birbirini kesmesine göz yuman da beyaz adamdı. Ancak Ruanda’da siyah adamın beyaz adamdan daha tehlikeli olduğuna dair bir his hakim olmuştu bir kere. Beyaz adam yüce bir sistemi ve düzeni ifade etmekteydi siyah adam için. Sömürge zamanlarında içine derc etmişti bu hissi Belçikalılar zencilerin. Dolayısıyla alt vandallıktan üst düzene sığınmak her zenci için doğal talep olmuştu. Biraz durup düşünseler tüm yaşananların asıl müsebbibinin sığındıkları kimseler olduğunu anlayacaklardı. Düşünmediler.DEAŞ vazifesini sürdürüyor  11 Eylül paradigmasının tüm dünyada meydana getirdiği algı, bu algıya uygun talepler ortaya koyuyor. Suriye denkleminden kendince en karlı şekilde ortaya çıkmanın yollarını arayan Batı’nın kullanabileceği en kullanışlı enstrüman bu sebeple DEAŞ oldu. DEAŞ’ın varlığı ve eylemlerinin meydana getirdiği dehşet, 11 Eylül paradigmasının yön verdiği zihinlere direkt mesaj vermekteydi. Zira Ortaçağ’dan fırlamış gibi duran bir yapı ve bu yapının sergilediği vahşet sığınılması gereken yerin modern-medeni dünya olduğu mesajını açıkca ortaya koymaktaydı. Batı kamuoyu Aydınlanma’nın değerlerine, modern dünyanın kazanımlarına karşı ortaya konan bu ölçüsüz düşmanlığın ortadan kaldırılması gerektiği hususunda hemfikir oldu. Suriye denkleminden parsa kapatmanın en ideal yolu buydu. “DEAŞ’a karşı savaşmayalım da dünya bu habasetin kurbanı mı olsun?” sorusunun tek bir cevabı vardı. Bu cevap verildi ve Suriye’de kartlar bu cevaba göre yeniden karıldı. Bir yanda DEAŞ vahşeti kendisini olanca ölçüsüzlüğü ile ortaya koyarken, diğer yanda BOKO HARAM ve TALİBAN üzerinden geniş bir hat yaratıldı ve Afganistan’dan Nijerya’ya kadar premodern vahşet sarmalı algısı beslendi. Kitleler sığınabilecekleri yegane limanın modern dünyanın batılı değerleri olduğuna ikna edildi. Aksi taktirde başlarına gelebilecekleri DEAŞ’ın teknoloji ve kurgu harikası filmlerinde izleyen milyonlarca insan bu davanın gönüllü savunucusu oldu. Dünya kendisini bu değerler etrafında kenetlemeli ve bu sözde değerlerin motoru vazifesini üstlenen neo kapitalizme kucak açmalıydı.Sri Lanka’da verilen mesaj Yeni Zelanda’da verilen mesajdır Yeni Zelanda’da yaşanan cami saldırıları tüm Müslümanlara bir mesaj vermekteydi. Dünyanın en barışçıl ülkesinde bir camide, yabancılara “Hello Brother” diyecek kadar kendinizi güvende hisseden insanlara verilmiş bir mesajdı bu. Kendilerini emin hissettikleri ibadethanelerinde emniyet içinde olamayacaklarına yönelik verilen bu mesajın mahiyeti açık. Bizlere sunulan ve kabul etmemiz için sürekli zorlandığımız dünya düzenine alternatif yegane gerçekçi teklifte bulunan İslamiyet’in müntesiplerine “sığınabileceğiniz yegane liman batılı değerlerdir” dediler. Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in saldırı sonrası ortaya koyduğu kusursuz tutum bu mesajı besler mahiyette bir ikincil mesajdı. Elbette Ardern’in böylesi bir senaryonun bir parçası olarak rol yaptığını iddia etmiyorum. Ancak böylesi bir terör saldırısı sonrası nasıl davranacağı malum olan Ardern’in ülkesinin seçilmesi ve ardından ortaya konan “muhteşem sığınak” piyesinin tüm dünyaya verdiği mesaj batılı değerlerin muhteşemliği mesajı idi. Ardern insanlık namına bir duruş ortaya koydu ve bu duruş Batı medeniyetinin hanesine yazıldı. Neticede İslam ibadethanesi mazlumen ve pasif şekilde de olsa şiddet ile aynı cümlede yer aldı. Varlığı ile huzur içinde yaşayan Yeni Zelandalıların huzurunu bozan Müslümanlara şefkatli sinesini açan ise yine Batı’nın altın çocukları oldu. İşte bu sebeple Erdoğan’ın adının Yeni Zelanda saldırısında yer almış olmasının sebebi “dünya beşten büyüktür” sözüdür. Merkel’in adının saldırgan tarafından telaffuz edilmesinin şifreleri ise siyasete veda edişinde saklı. En radikal düşmandan sistem içi arızalara kadar herkes alması gereken mesajı aldı.  21. Yüzyıl Kapitalizmi, 19. Yüzyıl Kapitalizmi’ne oranla farklı bir karakter ortaya koyuyor. Asya artık bir hammadde pazarı değil. Aksine kadim kıta, üretimin gerçekleştiği ve batılıların refahı ucuza elde etmelerine olanak sağlayacak olan büyük bir atölye. Avrupa’lıların 250€’ya teak bahçe masası almasının yolu, Endonezya’da yağmur ormanlarının kesilmesinden ve mobilya işçilerinin aylık 70$’a talim etmesinden geçiyor. Almanya’nın her köşesinde faaliyet gösteren KİK mağazalarında bir kot pantalon 5€’ya satılabiliyor, zira Bangladeş’te gönüllü kölelik yapan milyonlarca insan bu çarkın dönmesi için yaşamlarını heba ediyor. Eskiden beridir ürettiği kauçuk, çay, baharat ve tütün ile Batı’yı besleyen Sri Lanka bir süredir komünikasyon endüstrisinin ucuz üretim merkezlerinden birisi halinde gelmiş durumda. Sri Lankalı, beyaz adamı sadece beslemekle kalmıyor, aynı zamanda dönmekte olan çarkın önemli dişlisi rolünü oynuyor. Bir yerlerde birileri yalancı bir cenneti yaşayacak diye ömürlerini heba eden yirmi milyon insan yaşıyor bu adada. Ve yıllardır Tamil Kaplanları ile yaşanan çatışmalarda yitip giden binlerce can Sri Lanka halkının hafızasında tap taze. Bu zengin adanın fakir insanlarına Batılı değerler temelinde barışçıl bir hayat yaşamanın en yüce ideal olduğunu fısıldayıp duranlar durmadan mesajlarını yeniliyor. Sri Lanka üzerinden verilen mesaj sadece Sri Lanka halkına verilmiyor; aksine Asya’da yaşayan milyarlarca insana veriliyor. Kiliselere, üstelik Paskalya’da yapılan saldırılar “en güvende olmanız gereken yerde de güvende değilsiniz” mesajı veriyor. Oysa Paskalya Hıristiyanlığın en yüce bayramı olarak, ölümden sonra yeni bir hayatı sembolize eder. Aynı vaftizde olduğu gibi Paskalya seremonisinde de insanlara yeni bir hayat ümidi sunulur ve “bugüne kadar yaşadığın hayat geçti, şimdi yeni bir hayat başlıyor” denir. Bu kadar sembolik bir günde, yeni bir hayata yönelik temenniler ile ibadethanelerine giden insanları bombaları ile katlettiler. Bu insanlar için ümit edilecek yeni bir şeyin olmadığı mesajı bundan daha iyi nasıl verilebilirdi? Saldırıya uğrayanın kilise olması ve saldırıları DEAŞ’ın üstlenmiş olması ise Yeni Zelanda’da verilen mesajın yinelenmesi anlamına gelmekteydi: Daha iyi bir hayatı düşlemek, daha adil bir paylaşımdan yana hayaller kurmak gibi boyunu aşan işlere tevessül etmesin Asya’nın gönüllü köleleri. Gelsinler ve beyaz adamın şemsiyesine sığınsınlar. Modern dünya bu garibanları premodern vahşetten korusun. Bunun karşılığında bugüne kadar sürdürdükleri görevlerini aynı şekilde, ancak tazelenmiş bir motivasyon ile yerine getirmeye devam etsinler. Hulâsâ edecek olursak, Batı hegemonyasını sürekli olarak tahkim ediyor. Kurtuluşu Belçikalı ve Fransız’da zanneden Ruandalı gibi sorunun asıl kaynağını çözüm zanneden niceler bu hegemonyayı besliyor. Beyaz adam, kendisini koruyucu liman olarak görecek ötekiler yaratmaya devam ediyor. Ve bu ötekiler ülkelerindeki batıcılığı bu müflis değerlere iman ile yaşatmaya gayret ediyor. FETÖ elebaşının son dönemdeki konuşmalarına ve paydaşlarının batılı değerlere yaptığı atıflara bu noktadan bakmalıyız. Son dönemde Türkiye sağında canlandırılmaya çalışılan batıcılıktan bahsetmiyorum bile...  [1] Tilly, Charles(2009)Kollektif Şiddet Siyaseti S.14; Phoenix Yayınevi (Ankara)

مشاركة :