Yeni Zelanda olayı, yeni sağcılar ve şiddet

  • 3/22/2019
  • 00:00
  • 19
  • 0
  • 0
news-picture

Din veya kimlik adına işlenen "ideolojik" cinayetler gerçekte aynı şeylerdir. Ancak, hem yaratılan algılar hem de reaksiyonlar çok farklıdır. Christchurch katliamıyla ilgili en çok endişelenen iki taraf vardı: Yeni Zelanda Başbakanı ile halkı ve dünya Müslümanları. Her iki taraf da son derece şaşırdılar. Yeni Zelandalılar, ülkeleri böylesi toplu bir katliama alışık olmadığı için şaşırdılar ve hemen katilin bir Avustralyalı olduğunu söylediler, bunu da mazeret öne sürmek ya da yapılanı haklı çıkarmak için değil, bilakis uluslarının şerefini ve insanlığını zedeleyen suçun fecaati karşısında hissettikleri eziklikten dolayıydı. Müslümanlar ise savunmasız namaz kılanlara karşı bir katliam işlendiği için şaşırdılar. Yeni Zelanda makamlarının tepkisinin yeterli ve üst düzey olduğunu kabul etmelerine rağmen, birçoğu, Batılıların gözünde Müslümanların öldürülmesinin diğerlerinin öldürülmesinden daha önemsiz olduğunu düşünmeye devam etti. Suudi Arabistanın El-Ahbariye televizyonunda kıymetli bir arkadaşım benim şu sözümü nakletmiş: Katil, yeni sağcı ideolojiyi benimsemiş birisi, aynen radikal bir ideoloji benimsemiş DEAŞ’lı katiller gibi… Bir Batılı Hristiyanlık adına katliam yaptığını açıkladığında onun hakkında neden Hristiyan terörist ibaresi kullanılmıyor da, genelde deli veya meczup gibi nitelemeler tercih ediliyor? Hâlbuki genç bir Müslüman cihad adına adam öldürdüğünü söylediğinde hemen onu tasdik edip bunun bir İslami terör olduğunu söylüyoruz! Ayrıca teröristler Sinada Ravza camiinde üç yüz namaz kılan kişiyi öldürdükten sonra nasıl olurda bizler buna İslami terör nitelemesi yapabiliriz? Myanmardaki dini veya etnik fanatikler onlarla beraber yaşayan Müslümanlara yönelik toplu katliamlar gerçekleştiriyorlar ve bu katliamlara ordu ve iktidar da destek veriyor ve hiç kimse yapılan katliama Budist terörü veya dini terör demiyor. Katliamlar hala şu ana kadar da devam ediyor. BM ve uluslararası insani yardım kuruluşları, bu ülkenin hükümetini terörist veya en azından başarısız ilan etmek yerine, hala söz konusu hükümetin eninde sonunda ordu eliyle müdahalede bulunup katliamı durdurabileceğini umuyor! Konunun uzmanı kaynaklara göre, Çin Myanmar hükümetini koruyor ve aynı zulmü Sincandaki Müslüman Uygurlara karşı da uyguluyor. Modern dünyanın "vicdanı" -ne yazık ki- Avrupalıların, Amerikalıların ve müttefiklerinin tekelinde ve sorumluluğunda bulunmaktadır. Üçüncü tarafların insan hakları ve dini özgürlükler konusundaki tavırlarını uyanık bir vicdanla takip ederler. Üçüncü taraf, elbette, Rus ya da bir Çinli olabilir, ama daha ziyade bir Müslüman’dır. 2006 yılında düzenlenen Suudi Arabistan’ın Cenaderiyye festivalinde ‘Medeniyetler Çatışması’ tezi ile ünlü Samuel Huntington ile bazı konuları tartışmıştım. Çoğunlukla Müslüman olmayan kişiler tarafından düzenlenmiş dünyadaki büyük çaplı saldırıları (2005-2006) kendisine sıraladıktan sonra ona şu soruyu sormuştum: Neden sadece Müslümanlar şiddet yanlısı olarak lanse ediliyor ve Müslümanların diğer insanlarla olan ilişkilerinde sürekli olarak ‘şiddet’ ön plana çıkarılıyor? Bir süre sustu sonra dedi ki: Çünkü şiddet yanlısı bazı Müslümanlar, dinlerinin gereği olarak zora ve şiddete başvurduklarını açıkça ifade ediyorlar, bu diğer faillerin çoğunda görmediğimiz bir durumdur. Dedim ki: Fakat çoğu Müslüman veya büyük bir çoğunluğu bunların yaptıklarını onaylamıyor ve onları iyi bir Müslüman olarak görmüyorlar. Tereddütlü bir halde şöyle cevap verdi: ‘Çoğunluğun şiddet olaylarını reddetmesi, uzun vadede dünya kamuoyunu etkileyecektir. Kısa vadede yapmanız gereken şey, aşırılık yanlısı gençlerinizi disipline etmek, öfke veya adaletsizlik adına şiddete başvurmalarına engel olmaktır. Oryantalist Bernard Lewis ve diğerleri size bu konuda tavsiyelerde bulundular. Bunu sömürgecilik ve Batının yaptığı kötülükler ile açıklayamazsınız. Çinliler ve Hindistanlılar de en az sizin kadar acı çektiler. Fakat hiçbiri Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırmayı düşünmedi! Batının vicdan, demokrasi ve insan haklarını kendi uhdelerine alabilmeleri, Batılıların bu düşünceleri evrensel insani değerler haline getirebilmelerinden dolayıdır. Çinliler yakında dünyanın kontrolünü ele geçirebilirler, ancak bu değerler sürekli belirleyici olacak ve bu değerlerin koruyuculuğunu batılılar ellerinde tutmaya devam edecekler. Zaten –yukarıda değindiğimiz gibi- bu değerler ve ilkeler sonsuza dek evrensel ve insani değerler haline geldi!’ Başka bir konuya değinelim. 2018in ortalarında, Francis Fukuyamanın ‘Kimlik’ adı altında bir kitabı yayınlandı. Fukuyama, Huntingtonun 1993’deki makalesinin bir benzeri olan "Son İnsan" kitabının da yazarıdır. Kitabında, demokrasinin değerlerinin Sovyetler Birliğinin çöküşüyle son bir zafer kazandığını ve buna katılmayanların (Müslümanlar veya Çinliler gibi) bu değerlerin yaygınlaşmasına mani olamayacaklarını (Huntington gibi stratejik olarak değil felsefi olarak) ifade etti. Ancak Huntingtondan farklı olarak, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal edip yerle bir etmesinden sonra bu (felsefi) düşüncesinden vazgeçti. Fukuyama yeni kitabında kimlik fanatiklerini “yeni sağcılar” olarak isimlendirdi. Hatta bu akımın çeşitli pencerelere, girişlere ve kaynaklara sahip olduğunu, ayrıca dini bir yönünün de bulunduğunu, ancak güçlü ve baskın olmadığını, fakat etnik, ulusal ve yerel unsurlara da sahip olduğunu ifade etti. Milliyetçiliğin aksine bu akım, genişlemeci veya hegemonya kurucu değildir, bilakis içe kapanmacı ve saflaştırıcı/püriten bir yapıdadır. Ancak bu akım aynen bazı dini akımlar gibi saflaştırıcı akımlar ve eğilimler şeklinde kendini göstermektedir. Hristiyan Evanjelik akımlarda bunu görebiliyoruz. Dışa yansımaları bir olmasa da, etnik, bölgesel veya dini saflıklarını tehdit eden ötekilerden korku ve yabancılaşmayı öne çıkarıyorlar. Şimdiye kadar geniş bir küreselleşme fenomeninin ortasında iktidara gelmek ya da karizmatik liderler üzerinden etkin olmak ya da geçici ittifaklar kurmayı tercih ettiler. Ekonomik krizler gibi istisnai durumlarda daha baskın olabileceklerini biliyorlar. Bu nedenle, bu eğilimden birçok insan, (kriz yoğunlaştığında bazen de sloganik olarak) tahammülü zor şiddete başvuruyorlar. Kendi dışındaki insanlardan uzaklaşmak istiyorlar. Bunu bir saflaşma/arınma olarak görüyorlar. Göçmenlere ve başkalarına sırf bu saflaşmayı sağlamak için düşmanlık besliyorlar. Fakat onlar aynı etnik kimliğe sahip ancak kendileri gibi düşünmeyen kişilere karşı da düşmanlık besliyorlar. Yıllar önce Norveçte yaşanan hadisede görüldüğü gibi bu kimseleri ana düşman olarak görüyorlar. Kör şiddet olayları tekrarlanacaktır ve şimdi hedefte nefret ettikleri yabancılar ve göçmenler var. Ancak gözlemciler bu suça yatkın püriten eğilimlerin geleceği konusunda farklı düşünüyorlar. Seçimler yoluyla -birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi- iktidara geldikleri sürece şiddete başvurmayacaklarını söyleyenler olduğu gibi, bu küreselleşmiş korkunun yalnızca Avrupada değil, Asya ve Afrikada da her zaman şiddeti beraberinde getireceğini düşünenler var. Bazen bunu korkutmak -vahşiliğin yönetimidir- için yapabilirler, zira bu saflaştırma akımı düşmanlığı ve ötekileştirmeyi körüklemektedir. Gençler arasında macera tutkusu olarak kendini gösteriyor. DEAŞ’a katılan genç kızları ve erkekleri başka türlü nasıl izah edebiliriz?! Batılılar, siyasi örgütlenme ve ifade özgürlüğü bahanesi altında kimlik fanatizmini büyük ölçüde masum gösterdiler. Sadece Naziler veya faşistler ya da Yahudi karşıtı kabul edilenleri bunun dışında tuttular. Şimdi ise sadece yaşam veya özgürlüklerin güvenliği değil, aynı zamanda vicdan veya ahlaki üstünlük söylemi de tehdit altında bulunuyor.

مشاركة :