Avrupa: Savaş çoğulculuğu yeniyor

  • 7/24/2019
  • 00:00
  • 2
  • 0
  • 0
news-picture

“İngiltere’de yasak olanlar dışında her şeye izin vardır. Almanya’da izin verilenler dışında her şey yasaktır. Fransa’da yasak olsa da her şeye izin vardır. Rusya’da ise izin verilmiş olsa da her şey yasaktır.” Kimileri bu sözün Winston Churchill’e kimileri de Polonyalı tarihçi ve filozof Leszek Kolakowski’ye ait olduğunu söylemiştir. Her zamanki gibi özlü sözlerin piri Oscar Wildee de ait olduğunu söyleyenler vardır.  Ama asıl sahibinin kim olduğu konusundaki karışıklık sözün anlamının kaybolmasına yol açmamıştır. Avrupa, Sovyet ve Putin Rusya’sı dşında Avrupadır. Birlik fikri ortaya çıktığında bu Avrupalı bileşenler özelliklerini korudular. Aynı şekilde bu proje, hiçbir zaman kutsallık iddiasında bulunmayan ve yüksek bir ilahi iradenin uygulaması olduğunu iddia etmedi. Bunun yerine birliği halklarına emanet etti.Her zaman yeniden değerlendirmenin eşlik ettiği bir sözleşme ile onu ya kökleştirecek ya da dağıtacak olan halklarının iradesine tabi oldu. Fransızlar bunu değerlerin birliği, İngilizler ise pazar birliği olarak gördüler. Her halükarda; parlamenter sistem, çok partililik, hukuk devleti, sivil toplum ve yerel makamların bağımsızlığı gibi temsili demokratik değerlerin bir araya getirdiği cumhuriyetçi ve monarşist, federal ve birleşik, merkezi ve merkezi olmayan sistemler bu birlik içerisinde buluştular. Her ne kadar yavaşça ilerleyen kuruluş süreci, 1951 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile başlasa da bu yeni doğum yolunda atılan en önemli adım, 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması’ydı. Bu tarihte Soğuk Savaş sona ermiş, Avrupa atılıma geçmiş ve bir zamanlar Sovyetler Bloğu’na hapsolmuş ülkeler de ona katılmıştı. Genişleme bu kez; gönüllü bir şekilde, halkların iradesi ve güçlü bir model ile gerçekleşmekteydi. Ortak çıkarlar yanında bu sürecin arka planında Avrupa kıtasının 2 doğası da etkiliydi: Avrupa’nın ilk doğası; çatışmacı doğasıdır. Sadece 20. yüzyılda ve 1914 ile 1945 yılları arasında 100 milyon insan ya öldürülmüş ya da açlıktan ölmüştü. İki dünya savaşı ve Holokost yanında, Ermeni soykırımına, Rusya ve İspanya iç savaşlarına, Stalinizm ve tarım politikalarına, Ukrayna’da yaşanan kıtlığa, Nazizm ve Faşizm’e tanıklık etmişti. Ama birbiri ile savaşan Avrupa, barışın başkenti olmaya karar verdi. Tarihteki en parlak çocuklarından birini, ta 1795 yılında “kalıcı barış” çağrısında bulunan Immanuel Kant’ı hatırladı. İkinci doğası; sömürgeci, fetihler ve halkları ayrımcı bir şekilde tasnif eden doğasıdır. Ama o aynı zamanda, hümanizmi ve dünya birliğini keşfeden ve Amerika’nın keşfiyle bunu genişleten aydınlanmanın gerçekleştiği kıtadır. Bundan önce dünya dağınıktı. Onunla birleşerek birbirine bağlandı ve Avrupa ikinci doğasını birinci doğasına üstün kılmaya karar verdi. Ancak Maastricht Antlaşması’nın imzalandığı tarih olan 1992’de, kıtanın doğusunda yer alan Balkanlar’da savaş vardı. Bu savaş; savaş tarihinin sona ermediğinin ve her an alevlenebileceğinin bir habercisi ve uyarıcısı gibiydi. Yerel unsurları ve Osmanlı sonrasına bağlı komünizm sonrasının çelişkileri ile bu zorlu bölgenin Avrupa’yı tabi tuttuğu test çok zordu. Daha kendisine çok ihtiyacı varken askeri pençelerini sökmüş olan Avrupa, bölgeye müdahale edemedi. Bu görev, ABD’ye bırakıldı ama o da geç kaldı. Almanya’yı barışçıl bir şekilde birleştirmek ile övünen barışçıl eğilimi, 2003 yılında gerçekleşen ve Almanya ile Fransa’ın karşı çıktığı, ABD’nin Irak işgalini saflık ve basitlik ile suçlayanlar oldu. Dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, yaşlı Avrupa ve yeni Avrupa tanımını ortaya attı. Buna göre ilki, parlaklığını kaybetmiş bir hayaldi; ikincisi ise, yani komünizmin soğuğundan gelen orta ve doğu Avrupa ülkeleri yükselen umuttu. Robert Kagan, “Cennet ve Güç” adındaki ünlü kitabında ABD’yi Mars’a benzetir. Yani ABD savaşçı ve kaba olandır. Avrupa’yı ise güzellik ve dinlenmenin sembolü olan Venüs’e benzetir. ABD’liler arasında, Avrupalıların hayalci oldukları ve dünya sorunlarına iyi niyetle yaklaştıkları, tekrarlanmayacak olan istisnalarını ona uygulamak istedikleri konusunda bir fikir birliği vardır. O zamandan beri “gerçek” ile ilgili tartışma daha sönmeden tekrar tekrar alevlenmektedir. ABD Avrupa’ya: şu anda olduğundan daha çok silahlanmalı ve bunun için daha çok para harcamalısın, tek kural savaştır ve insan sadece kötülükten ibarettir demektedir. Parmağını sallayarak: Zayıflığın, hem doğrudan sınırlarını zayıflatmakta  hem de uluslararası çatışmalarda seni ikinci plana itmektedir diye onu uyarmaktadır. Ama diğer yandan aynı ABD, onun zayıflığını arttırmakta, en sert şekliyle Brexit’i teşvik etmekte, diğerlerinin aleyhine olacak şekilde yeni Avrupa ile ilişkilerini pekiştirmektedir. Putin Rusyası da Fransa, İtalya ve Avusturyada güçlenmesine bizzat katkıda bulunduğu güçlü popülist partiler aracılığıyla aynı şeyi yapmaktadır. İki ülke de Avrupalılara aşmış olduklarını zannettikleri şeyi önermektedir: İnsanları doğum yerlerine göre tasnif etmek, duvarlar inşa etmek, sınır kalelerini sağlamlaştırmak, İslam’a karşı Hristiyan medeniyetini savunmak... Avrupa ağır bir şekilde de olsa buna karşılık vermekte ve Washington’un istediği kadar olmasa da silahlanma harcamalarını arttırmaktadır. Ama yine de terörle mücadelenin orduların ve savaşların değil, güvenlik güçleri ve istihbarat kurumlarının  görevi olduğu görüşünü yinelemektedir. ABD’ye Irak savaşı ile ilgili tartışmayı kazandığını hatırlatmaktadır. ABD’nin buna yanıtı ise hazırdır: İki dünya savaşında olduğu gibi Marshall Planı ile de ekonomik olarak sizi biz kurtardık. Daha sonra aranızda tekrar savaşmamanızın güvencesi olan NATO aracılığıyla bir Avrupa gücüne dönüştük. Diyelim ki Putin, Ukrayna’ya yaptıklarını Baltık bölgesinde tekrarlamak istedi siz onu caydıracak güce sahip misiniz? Güneyden mülteci krizi ve uzak doğudan Çin ekonomisinin yükselişi ile yüzleşmek zorunda kalan Avrupalılar da Putin korkuluğunun gerçek olduğunu bilmektedir. Ama güçleri sınırlı ve yetersiz. Avrupa’nın gücünün arttırılması saldırganlık yönünden onu güçlendirebilir ama aynı zamanda çoğulculuktan vazgeçmesine ve birliğinin dağılmasına da yol açabilir. Çünkü Birliğin liberal değerleri ve açık pazar politikası ne ABD ne de Rusya tarafından beğenilmemektedir. AB, ortaya koyduğu model ile dünyayı istila etmek yerine dünya onu istila etti. Kaba gerçekçi silahı ile. Bu durumun en önemli tanığı da Putin’dir.

مشاركة :