Şiddet aracılığıyla yönetime gelen, acil ve istisnai durumları gerekçe göstererek yönetimde kalmayı sürdüren rejimlerin özelliklerinden biri de hemen hummalı bir şekilde kendisine bir meşruiyet dayanağı aramasıdır. Parlamenter sistemler meşruiyetlerini “halkın iradesinden” aldıklarını, dini sistemler ise “Allah’ın iradesini” temsil ettiklerini ve meşruiyetlerini de Allahtan aldıklarını söylerler. Buna karşılık askeri sistemler çoğunlukla milliyetçidir. Meşruiyetini ulusun iradesine ve “kader savaşları” ve kanların karşıladığı çıkarlarına dayandırırlar. Örneğin Cezayir rejimi, “1 milyon şehit” adı verilen Cezayir Devriminden doğmuştur. Bu meşruiyet, 5 sistem için yeterli olmuş ve 50 yıldan fazla bir süre devam eden bir iktidara haklı bir gerekçe sunmuştur. Mısır’da Cemal Abdunnasır meşruiyetini son Mısır Kralını devirerek yolsuz ve ajan olan, Arnavut asıllı Muhammed Ali Paşa’nın soyunun yönetimine son vermesi, Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi, İngiltere ile işgali sona erdiren anlaşmayı imzalaması ve 1956 yılında İngiltere, Fransa ve İsrail’e karşı savaşmasından almıştır. Saddam Hüseyin bile liderlerinden olduğu 1968 devrimine büyük bir önem atfederek ve cumhurbaşkanı olur olmaz Arap dünyasının doğu cephesini savunmak şeklinde sunduğu Birinci Körfez Savaşı’na girişerek kendisine meşruiyet kaynakları kazandırmıştı. Artık var olmayan Güney Yemen’in liderleri, İngiltere’ye karşı yürütülen bağımsızlık savaşını 30 kanlı yıl boyunca iktidarda kalmak için kullanmışlardı. Muammer Kaddafi son gününe kadar iktidara gelmesini sağlayan 1 Eylül Devrimi’nden bahsetmeyi sürdürmüştü. Bunlar arasında farklı tek örnek vardı: Hafız Esed. Hafız Esed, yukarıda bahsettiğimiz arkadaşlarının iddiaları önemli ölçüde tarihi gerçekleri örtbas etmiş, sahte bir tarih yazmış ve aynı ölçüde bir acıya neden olmuş olsa da kendisinde bir dereceye kadar doğruluk payı vardı. Buna karşılık Esed, diğerlerinin neden olduğundan çok daha fazla acıya sebep olsa da uzun bir süre bu tür iddialara sahip olamadı. Partilerinin Suriye’de gerçekleştirdiği darbelerin ülkenin tarihinde yeni bir ufuk açtığına inanan Baasçılar bile Hafız Esed hakkında söyleyecek bir şey bulamamışlardı. Çünkü partisinin 1963 yılında gerçekleştirdiği darbede temel bir rol oynamamıştı. Askeri Konsey’in üçüncü adamıydı. Ondan önce Muhammed Omran ve Salah Cedid vardı. Bunun yanısıra başta Ziad el-Hariri olmak üzere Baasçı olmamalarına rağmen darbede temel rol oynayan subayların bile ondan daha önemli rolleri olmuştu. Elbette Baas Partisi daha sonra zaten çalıntı olan iktidarı bunlardan da çalacaktı. 1966 darbesinde ise Hafız Esed’in beklentisi Hamad Obaidin yerine savunma bakanı olmaktan öteye geçmiyordu. 1970 yılında gerçekleştirdiği darbe, "devrimi düzeltmek ve doğru yola oturtmak" sloganıyla hareket ettiği için kendisine az da olsa meşruiyet sağladı. Fakat Ürdün’de yaşanan Kara Eylül olayları darbesinin milliyetçi ve devrimci bir haleye sahip olmasını engelledi. Oysa Cemal Abdunnasır’ın dünyamızdan ayrıldığı ve “savaşacağız” narasının 1967’de yenilgiyi tadan Doğu’yu kapladığı o günlerde bu 2 haleye talep oldukça fazlaydı. Bu durum, 6 Ekim 1973 yılındaki Arap-İsrail Savaşı ile tamamen değişti. Hafız Esed “Ekim Kahramanı” oldu. Aslında bir zafer olmadan bu savaşın sonucunun halka tarihi bir zafer olarak sunulması ile Hafız Esed daha önce sahip olmadığı bir büyüklük elde etti. Savunma Bakanı olduğu dönemde yaşanan 1967 savaşında maruz kaldığı küçük düşürülmenin izlerini sildi. Basın dilindeki o klişe tabir ile “bölgesel bir oyuncu” oldu. Çok geçmeden Enver Sedat ile de yollarını ayırdı. Böylece kendisine çizmek istediği imajı pekiştirdi. Buna göre orada, yani Kahire’de ihanet ve ajanlık, burada Şam’da ise direniş ve karşı koyma vardı. 1973 savaşı her şeyden önce İsrail’e karşı girişilmiş bir savaş olduğu için uydurmada olsa ona galip gelmiş olmak, inanılması mümkün olmayan her şeyi inanılır bir hale getiriyordu. Her halükarda ABD’li araştırmacı Lisa Wedeen’in Esed Suriye’sini tanımlamak için kullandığı denkleme göre Hafız Esed hakkında uydurulan bu “ekim” hikayesine inananlar inandı, inanmayanlar ise inanırmış gibi davrandı. Ancak meşruiyetini “ekim” efsanesinden alan bu yeni lider yapılmayacak şeyleri yapmayı başardı. Doğu bölgesinin tamamı ve özellikle de Lübnan, müdahalelerine açık bir sahneye dönüştü. Filistinlilerden Filistin’i temsil etme hakkını gasp etmede herkesi geçti. Hama trajedisi ve Suriye’nin geri kalanının yaşadığı baskı ve zulüm günlük hayatın bir parçası haline geldi. 1982’de yenilmiş olsa da zamanını ve mekanını kendisinin belirleyeceği yerde zaferi gerçekleştirmeye hazırlandığını deklare etti. Esed’in bu deneyimi, İsrail ile savaş efsanesinin uydurma etkisini kat be kat artırdığı kadar gücünü de gösterdi. Böylece 1973 savaşının sağladığı meşruiyet, Esed rejiminin en önemli temel malzemesi oldu. Halkın her alanda yaşadığı eksiklikler ve ihtiyaçlar onunla karşılandı. Başarıya dayanan bir meşruiyete duyulan ihtiyaç o kadar büyüktü ki “ekim” meşruiyetinin önemi büyüdükçe büyüdü. Suriye toplumu ve çevresindeki ülkelere karşı yürütülen kör şiddetin sürdürülmesi için olmazsa olmaz bir hale geldi. Bu şiddet ve şişirilmiş meşruiyetten meydana gelen karışım ile Hafız Esed öldüğü 2000 yılına kadar mutlak başkanlığını sürdürmeyi hatta oğluna miras bırakmayı başardı. Hafız Esed bu nedenle İsrail ile bir anlaşma imzalamadı. Çünkü bu imza, en hafif tabiri ile tek meşruiyet dayanağını yıkacak bir deprem anlamına geliyordu. Filistin ile oynamak varlığının tek gerekçesine ve iktidarda kalmasının tek nedenine dönüşmüştü. Birkaç gün önce bir televizyon kanalı ve cumhurbaşkanı danışmanı Hafız Esed’i “imza atmayan adam” diye niteleyerek onunla övündü. Gerçek şu ki anlaşmayı imzalamış olsaydı ne bu televizyon kanalı ne de bu danışman var olurdu. Keşke imzalamış olsaydı.
مشاركة :