Birkaç gün önce Lübnan’da yaşananlara benzer bir durum 2011 yılında da yaşanmıştı. Hizbullah ve destekçileri, o dönemde “Doha Anlaşması” olarak bilinen anlaşmanın aleyhine dönerek Saad Hariri hükümetini devirmişlerdi. Bu aşama, modern Lübnan tarihinde ve İran’ın kendisine el koyma planında önemli bir dönüm noktasıydı. O günlerde, birçokları “Doha Anlaşması”nı “Taif Anlaşması”nın hazır alternatifi olarak görüyordu. Bu zorunlu “anlaşma”, başbakanlık karargahının kuşatılması ve 2006-2008 yılları arasında cumhurbaşkanlığı seçimlerinin engellenmesinden sonra imzalanmıştı. Bunu da Hizbullah, Avncı akım, Emel Hareketi, Suriye-Lübnan güvenlik organının kalıntıları gibi araçlarıyla birlikte gerçekleştirmişti. Ancak, benzerliğe karşın bu önemli bu dönüm noktası ile bugün yaşananlar arasında bazı önemli farklılıklar da var. Bunların en öne çıkanları: 1- Doha Anlaşması, Tahran ekseninin Lübnan’ı tamamen kontrol etmesini amaçlayan kuşatmacıların kesin bir zaferi ile sonuçlanmamıştı. Tek sonucu, eski genelkurmay başkanı Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesiydi. Ancak Avn, Hizbullah ve Esed-İran ekseninin adayı değildi. Bu eksen, görev süresi sona eren ve kapsayıcı, bağımsız ve egemenliğe dayanan bir tutum benimseyerek bu eksenden bağımsız olduğunu kanıtlayan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman deneyimini bir daha yaşamak istemiyordu. Süleyman ayrıca devlet içinde küçük bir devletin varlığını, Hizbullah’ın meşru olmayan silahı ile yaşamayı redderek cesaretini ispat etmişti. 2- O dönemde Hizbullah, taraftarları ve araçlarının, Şii bakanın istifa etmesini sağlayarak hükümeti düşürme yoluna giderek gerçekleştirmiş oldukları darbe, Sünni sokağı derinden yaralamış olsa da bugün duyduğu acıya denk bir acı duymamıştı. Bugün Sünni sokağı, Hizbullah’ın Suriye devrimini bastırmada oynadığı rolden, Lübnanlı Sünnileri, DEAŞ’lı ve tekfirci olmakla, hainlikle suçlayarak kuşatmasının sonuçlarından dolayı büyük bir umutsuzluk yaşıyor. Kendi adayını dayatmasından ve seçilmesini sağlamak için ülkeyi iki yıl boyunca cumhurbaşkansız bırakmasının hayalkırıklığını hala yaşıyor. Daha sonra, bir yandan meşru olmayan silahını koruyup, destekçileriyle birlikte Şiilerin temsilini tekelinde tutarken, diğer yandan da orantılı temsil yoluyla diğer dini gruplara nüfuz etmesini sağlayan seçim yasasını dayatmasından sonra uğradığı hüsranı unutamıyor. 3- 2011’de bölgesel sahne; Milyonlarca Sünniyi mülteci haline getiren Suriye ve Irak felaketlerinin yaşandığı, İran genişlemesinin bu iki ülkenin yanısıra Yemen’e kadar uzandığı bugünkü sahne kadar kötü bir durumda değildi. Bunlara bir de ABD’nin İsrail’in Kudüs ve Golan’ı topraklarına katmasını desteklemesi, Ortadoğu’nun iki büyük “Sünni” ülkesi Mısır ile Türkiye arasındaki keskin ayrışmayı ve baskın düşmanlığı ekleyebiliriz. Lübnan’daki Sünni sokağının tüm bu değişimleri endişe hatta korkuyla okuması doğaldır. 4- Sünni sokağının büyük bir çoğunluğunu temsil eden Müstakbel Akımı’nın lideri Saad Hariri, üç öldürücü politik hata yaptı: Bunların ilki; Hizbullah’ın adayı Mişel Avn’ı cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtan felaket “cumhurbaşkanlığı uzlaşı”sının bir tarafı olması. İkincisi; Hizbullah’ın silahından vazgeçmesini sağlamadan önce orantılı temsile dayanan ve kendisi için bir nevi intihar sayılan seçim yasasını kabul etmesi. Üçüncüsü; Bakanlar Kurulu’nda Hizbullah’ın “müttefiği”, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı’nın damadı Cibran Basil’in haddini aşan davranışlarına karşı sessiz kalması. Hizbullah ve Avn akımı ülkenin politikalarını belirlerken, kendisini yalnızca dış yardımları tahsil edecek bir tahsildara dönüşmelerini bilerek ve isteyerek kabul etmesi. Önemini göz ardı etmemiz gereken bu arka plana dayanarak bugün Hizbullah, araçları ve destekçileri bu kez, anayasadan destek alarak tamamıyla devlete el koydular. Bu süreç içerisinde, yatırım, turizm ve hizmetlerin gerilemesi sonucunda ekonomik durumun ve yaşam koşullarının gerilemesi de doğaldı. Hizbullah’ın evsiz barksız bırakılmalarına katkıda bulunduğu bir milyon Suriyeli mültecinin varlığı, ülkenin kara para aklama, sermaye ve mevduatları kaçırma yerine dönüşmesi nedeniyle ekonomik krizin daha da kötüleşmesi normaldi. Hizbullah’ın Esed rejiminin öne çıkan figürleri ve Tahran’ın ağlarına uygulananan ABD yaptırımlarına maruz kalmayı seçmesi, devlet içinde bağımsız bir bütçeye sahip bir devletçiğe ait bir “gölge ekonomisi”nin varlığının yaşam koşullarının gerilemesine ve ekonominin batmasına yol açması olağandı. Ekonomik durumun ve yaşam koşullarının gerilemesinin ise insanlara yansımalarının olması ve 2 aydan fazla bir süredir devam eden ayaklanmayı başlatmalarına yol açması kaçınılmazdı. İnsanların gerçekten acı çektiğine ve “felaket”in onları birleştirdiğine hiç şüphe yok. Bu nedenle ayaklanma geniş çaplı oldu ve mezhepçiliğin sınırlarını aştı. “Hepiniz yani hepiniz” sloganı dahil ayaklanmanın tüm sloganları temiz ve asil sloganlardı. Bu slogan, yönetici kesimin istisnasız tamamını suçluyarak sahneden çekilmelerini talep ediyor. Her ne kadar “suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur” ilkesine dayanan en basit adalet kavramına aykırı olsa da bu slogan, halk hareketi gibi temiz ve saf bir slogan. Ayaklanma, belirli bir liderliği olmadan devam etti. Bu da katılımcıların, ideolojik, mezhepsel, dini ve ahlaki anlaşmazlıklarını örtmeye, arka plana itmeye katkıda bulundu. Ancak protestocuların iyi niyeti -belki de aralarındaki profesyonel ajanların varlığı nedeniyle- varlığını ve meşru olmayan kazanımlarını baskı yoluyla da olsa korumaya hazır tarafların olduğu gerçeğini gözden kaçırmalarına neden oldu. Bunun yanında, protestocular güvenlik güçlerinin niyetleri ve aralarındaki bağlantıları da sorgulamak istemediler ya da buna cesaret edemediler. Sonuç olarak; ülkenin zirvesini oluşturan üç başkan arasında yalnızca Saad Hariri durumun ciddiyetinin farkına vardı ve istifasını sundu. Buna karşılık, Hizbullah ve daha küçük olan Şii ortağı, mezhepçi Şebbiha güçlerini, ayaklanmacıların üzerine salarak Beyrut ve Güney Lübnan’daki kamplarındaki çadırlarını yaktılar. Cumhurbaşkanı; hükümeti kurmak için gerekli meclis istişarelerini geciktirmeyi, destekçilerini Cumhurbaşkanlığı Sarayı önünde bir gösteri düzenlemeleri için seferber ederek Hristiyanların fanatik mezhepçi duygularını harekete geçirmeyi seçti. Bu esnada, hükümetin yalnızca Sünni ortağının (zaten kendi iradesi ile eli kolu bağlanmış olan Hariri’nin) ayaklanmanın taleplerini kabul edip istifa ederek oyun dışı kaldığını düşünen Sünni sokağı kaynıyordu. Bu atmosferde Hariri, Sünni sokağı harekete geçirme gücünü kaybetti. Bunun yerine Sünni sokak, acılarını Hariri’ye dikte etmeye başladı. Lübnan’da Sünni sokağın öfkesi, gün gittikçe arttı. Hizbullah ve Cumhurbaşkanı Avn’ın “sadakatine güvendikleri” bir ismi, Sünnileri temsil eden 27 milletvekilinden sadece 6’sının desteğini almış olmasına rağmen hükümeti kurmakla görevlendirmelerinin akabinde dün patladı. Ancak, direnen, meydan okuyan, kendisini halkın vicdanı ve nabzı sayan ayaklanma, şu ana kadar son üç günde yaşanan gelişmelerin derinliğine nüfuz edebilmiş, etkilerinin farkına varabilmiş değil. Şu ana kadar ayaklanma; siyasi sahnenin özelliklerini, Lübnan’ın bölünmesinin iki temel içeriği arasındaki farkı ayırt edemedi. Bu içerikler: Bağımsız ve egemen bir anavatan ile özellikleri ve gayeleri açık bölgesel sisteme bağlı işgal altındaki anavatandır. Şu ana kadar ayaklanma, belki de saflığı, deneyimsizliği, hafızasının zayıflığı yahut farklı oluşumları barındırması nedeniyle “ulusların çatışması” ve “azınlıklar ittifakı”ndan yararlanmaya dayanan bölgesel oyunun dinamiklerini anlamakta başarısız oldu. Yaşamsal ihtiyaçların baskın olduğu, açlığın insana her şeyi yaptıracağı doğru. Ancak bir lokma ekmeğe karşılık işgali kabul etmek de söz konusu olamaz. Fırsatçıların ve akılsızların seslerinin daha yüksek çıktığı bir vatan yeniden dirilemez.
مشاركة :