Hazır yeni bir yıl başlamak üzereyken, Arap ülkelerinde bu yıl yaşanan ayaklanmaların ya da devrimlerin üzerinde durmakta fayda var. Sudan, Cezayir, Irak ve Lübnan gibi ülkelerdeki bu ayaklanmalar, “ikinci bir Arap Baharı dalgası” olarak görülüyor. Bu yüzden bu ayaklanmaların özelliklerine ve ilk dalgadan ayrıldıkları noktalara da değinmek gerekiyor. Öncelikle bu devrimlerin ortak tutumu ya da kısmen birleştikleri nokta, siyasal İslamı reddetmeleri ve bu ideolojinin devlet ile toplum üzerindeki rolünü aşındırmak istemeleridir. İlk Arap Baharı dalgası, Müslüman Kardeşler ve benzeri gibi siyasal İslamcı gruplara Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Yemen’deki halk ayaklanmalarını ve devrimleri bastırma fırsatı vermişti. Aynı zamanda bu ideolojidekilerin iktidara gelmesini sağlamıştı. İkinci dalga ise sanki siyasal İslam ile ve ardından bıraktığı olumsuz sonuçlarla yüzleşiyor gibi görünüyor. Sudan devrimi, İslami iktidarın siyasi ve toplumsal minvalde düşmesini hedeflemiyor muydu? Baskı ve yolsuzluğuna karşı net ve gözü kara bir yükseliş değil miydi? Cezayir ayaklanması İslamcıların iktidardaki gizli ve ortak rollerine karşı patlak vermemiş miydi? Onların baskı ve yolsuzlukları saklayan müdahalelerini açığa çıkarma amacı taşımıyor muydu? Peki Lübnan ve Irak ayaklanmaları? Bunların İran İslam Cumhuriyeti tarafından temsil edilen Şii simasındaki siyasal İslama karşı çıkan iki isyan olduğu doğru değil mi? Bu ayaklanmalar ülkedeki yoğun mezhep çatışmalarını bir kenara bırakarak yolsuzluğa ve kanserli uzantılara galip gelmek için çıkmamış mıydı? İkinci olarak, vicdana ve halk farkındalığına dayanan barışçıl mücadelede ısrarcı olunması, yalnızca geçici bir seçenek ya da ani bir taktik değildi. Belki bu, önceki bazı devrimlerde böyleydi. Ancak ikinci dalgadaki devrimleri silahlanma tuzağına düşmekten alıkoyan şey muhtemelen özgürlük, adalet ve haysiyet gibi temel taleplerin şiddet ile çatışıyor olmasıydı. Zirâ meselelerin şiddet ve silah zoruyla çözülmeye çalışıldığı Libya, Yemen ve Suriye’deki devrimlerden de dersler çıkarılmıştı. Bu durum, göstericilerin bazı güvenlik birimleri ve mezhep gruplarının kendilerini şiddete şiddetle karşılık vermeye teşvik etmeye çalışmalarına rağmen uyum ve dayanışma içinde olmalarını da açıklıyor. Örneğin Sudanlıların, devrik rejim liderlerinin destekçilerinin provokasyonuna ve intikam tehditlerine maruz kalmalarına rağmen korkunç katliamlarına karşı sivil ve barışçıl eylemlerine nasıl devam ettiğini, baskı, ölüm ve suikastlarla karşı karşıya kalmalarına rağmen nasıl halen barışçıl sloganlar attıklarını hatırlayalım. Tıpkı Kerbela ve Necef katliamlarına yanıt olarak “Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım” (Maide 28) ayetini zikreden Iraklı aktivistler gibi... Ya da bir yandan şiddeti ve halk arasında çıkarılmaya çalışılan kargaşayı reddediğ bir yandan da mezhep çatışmaların çıkmaması için tüm gücüyle mücadele eden Lübnanlılar gibi... Üçüncü olarak, ikinci dalga devrimlerin özelliklerinden biri de ülke işlerine dışarıdan gelecek herhangi bir müdahaleye karşı çıkmaları. Bu şekilde ulusal boyut dışına çıkmamak için uğraşılıyor. Bunun sebebi, dış askeri müdahaleye doğru itilen ilk dalga devrimlerinin arkalarında bıraktıkları trajik sonuçlar olabilir. Örneğin Batı askeri müdahalesinin ardından Libya’da cereyan edenler ya da dış çatışmalara mesken olan Suriye’nin iç burkan kaderi... Zirâ İran ve Rusya’nın Suriye’deki askeri müdahaleleri, rejimi sağlamlaştırmayı, devrimi etkisiz kılmayı, ülke evlatlarını öldürmeyi ve Suriyelilerin daha iyi bir gelecek hayallerini yerle bir etmeyi başarmıştı. Son olarak; etnik kökenleri, dinleri ve mezhepleri aşıp halkın ortak sıkıntılarına odaklanarak ulusal kimliği vurgulamaları, diktatörlerin toplumun çeşitli bileşenleri için uydurduğu farklılık ve hassasiyetleri taşımamaları, devrimcilerin herhangi bir parti kimliğinden uzak çeşitli sivil toplum kuruluşlarının liderleri tarafından yönetilmeleri, tamamen bağımsız bir hükümetin başta olduğu geçiş döneminde meydana gelmeleri ya da geçmişle bağlarını koparıp mevcut siyasi yapıya karşı çıkmaları gösterilebilir. Bunların hepsi, son yıllardaki devrimlerin ortak özelliklerindendir. Ancak hiçbiri bunların en önemli özellikleri değil. En önemlisi, kadınların bu devrimlerde oynadığı asil roldür. Yani ev kadınlarının çalışanların, genç kızların ya da kız öğrencilerin bazı muhalif sivil faaliyetleri ve etkinliklerine liderlik etmesi ve devrim saflarının başında yer almalarıdır. Bunun birçok örneği var. Sudan’daki Kandake olgusu, Irak’ta kaçırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan üniversiteli aktivist kadınlar ya da gösterilerde polis bariyerleriyle göğüs göğse gelinmesine engel olan, gerginliği azaltan, ülkenin yeniden iç savaşa sürüklenmesine karşı çıkarak ellerine mum alarak sessizce yürüyen Lübnanlı kadınlar gibi... Diğer yandan hakim yetkililerin protestocuların acılarını ve nelere katlandıklarını anlamalarına engel olan yeni bir şeyler daha var. O da pervasızlık ve meşru talepler ile ilgilenme konusundaki yavaşlıktır. Belki de devrimlerin ilk dalgası, kendilerine Zeynel Abidin bin Ali veya Hüsnü Mübarek’in izlediği yolu takip etmemeleri ya da halkın çoğunluğu tarafından edilen taleplere hızlı yanıt vermemeleri gerektiğini öğretti. Hatta belki de aksine bir vatanın kalıntılarını paylaşmak için birbiriyle yarış halinde olan birçok taraf bulunması, nefret dolu mezhep, hizip ve grupçuluk nedeniyle parçalanmış bir toplumun enkaz haline gelmesi, yüzbinlerce cesede, kötürüm kalan ve tutuklu bulunan garibanların iniltileri ve sürgün edilen milyonlarca kişinin kaybolmasına rağmen halen zafer elde ettiğini iddia eden Suriye rejimin tecrübesinden ders çıkartıp iyi taklit etmeleri gerektiğini öğrenmişlerdir. Bu belki de nüfuzunu ve Maşrık’taki etkisinin kalıntılarını korumak için tıpkı halkını maruz bıraktığı cinayet ve eziyetlere yönelmeye teşvikte bulunma konusunda tereddüt etmemesi beklenen İran’ın Lübnan ve Irak’taki duruma müdahale gücünü arttırdı.
مشاركة :