ABD’deki Los Angeles şehrini ziyaret ettiyseniz, Çin Mahallesini (veya orada isimlendirildiği gibi Çin Şehri’ni) duymuşsunuzdur. İngiliz başkentinde bir süre kaldığınızda, Southall ya da Alberton -buraya Küçük Mumbai de denir- mahallelerini duyarsınız. Batı Avrupadaki çoğu büyük şehirde bu mahallelerin benzerleri vardır. Bu durum insanların, kültür, temel kaygılar ve yaşam tarzı gibi hususlarda kendileriyle ortak bir paydayı paylaştıkları kimselere olan ilgilerini gösterir. Ülkeleri ve kültürleri ne kadar farklı olursa olsun dini yahut ulusal bir aidiyetin bunlara mensup olanlar arasında bağ oluşturduğuna dair delil getirmeye gerek yok. Yabancı bir ülkedeyken, belirli bir isim, kıyafet ya da görünüş dikkatinizi çeker. Burada gerçekten dikkatinizi çeken şey, o adın veya elbisenin halkınıza ilişkin ifade ettikleridir. Bu durumun kendisi, bizatihi bir ırka mensup olmanın, kişinin duygularını ve dünya görüşünü tanımlayan gerçeklerden biri olduğunun göstergesidir. Araştırmacılar bu bağlamda şu soruyu sormuşlardı: Bu gerçek, milliyet duygusunun doğal olduğunu mu gösteriyor? Yoksa aile ve sosyal eğitimin bir ürünü mü? Bu iki durum arasında temel bir fark vardır. Nitekim doğal olan bir şey insana sonradan arız olan bir şey değildir, bilakis insan bu doğal durumu kendisinin bir parçası olarak bulur ve bundan ayrılamaz. Ancak ikinci durumda dil, eğitim ve kültür gibi kişiyi kuşatan çevrenin etkisi ön plandadır. Örneğin bir çocuk ebeveynlerinin yanında değil de farklı bir ülkede ve farklı bir ulusun içerisinde büyütülürse bile onlara karşı bir aidiyet hissedecektir. İki görüş arasındaki farka dikkat ederseniz, aslında iki farklı zamana atıfta bulunduklarını göreceksiniz. Zira ilk görüş, bireyin değeri ve kimliğinin yalnızca mensubu olduğu toplumun değerinin ve kimliğinin bir uzantısı olduğu modern öncesi döneme aittir. Bundan dolayı eğer soylu bir ailede doğarsanız soylu, aksi takdirde basit ve normal biri olursunuz. Oysa modern dönemde bireyin değerinin ve itibarının artık başarılarına bağlı olduğu biliniyor. Bu sebeple Amerikalıların, yoksul bir göçmen babanın oğlu olmasına rağmen Barack Obamayı ülkelerine başkan olarak seçmeleri şaşırtıcı değil. Artık geçmişte olduğu gibi bir bireyin değeri ve itibarı soyu, ailesi yahut kökeniyle tanımlanmıyor. Peki her birimiz aidiyetimizi nasıl anlarız? Kendimizi bir toplum içerisinde bulduğumuzu ve bu seçimin elimizde olmadığını mı düşünüyoruz? Yoksa bireyin hayatını seçebildiğini ve kaderini belirleyebildiğini mi düşünüyoruz? Muhtemelen bazılarımız, pek çoğumuzun ideolojilerin merkezde olduğu yıllarda benimsediği ve bireyin ait olduğu sosyal çerçevenin tutsağı olduğu görüşünü hatırlar. Bu görüş çeşitli şekillerde karşımıza çıkar. Arapların veya Müslümanların Allah tarafından seçilmiş ‘kurtulmuş ümmet’, diğerlerinin mürtet olduğu ya da bizden aşağı olsalar da ‘ötekilerin’ de bir millet olduğu gibi farklı şekillerde bu görüşün ifadesiyle karşılaşırız. Buradaki üstü kapalı mesaj, bireyin bireyselliğini ortadan kaldırmak ve onu kendi toplumu içinde erimiş bir halde kabul etmektir. Başka bir değişle bu, bireyin önceden hazırlanmış şablonlara ve kalıplara yönelik isyanını ve bağımsızlığını engellemenin yanı sıra isyan duygusunu güçlendirebilecek farklı insanlarla iletişim kurmasını önlemektir.
مشاركة :