Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, Lübnana yapacağı hızlı "uyarı" ziyaretinin sonucunu tahmin edenleri hayal kırıklığına uğratmadı. Şu bilge söz ne kadar doğru: “Kimse kendisinde olmayan şeyi başkasına veremez”. Dinci ve mezhepçi radikalizme, işgale, egemenliğe, halkın onurlu bir yaşam hakkına, yolsuzluğa, bir arada yaşama ve kurumlar devletini inşa etmeye karşı komploya dair çifte tanımlara sahip olduğu sürece Parisin verecek hiçbir şeyi olmadığı somut kanıtlarla kanıtlandı. Seçimlerde temsile sahip olduğu argümanının arkasına saklanıp yasadışı bir milis silahının varlığını savunarak, resmi bir siyasi güven uyandırmak veya atılımda bulunmak imkansızdır. Belirli bir zümreye has olan – ve içeride defalarca kullanılan- bu silahın elde tutulması ile büyük seçim “zaferleri”, devletin temellerini havaya uçurmak, yargıyı siyasallaştırmak, sınır kapılarını her türlü kaçakçılığın önünde sonuna kadar açmak, geçim kaynaklarını kısan “kurtarıcı” maceraların bir sonucu olarak vatandaşların yerlerinden edilmesi arasındaki tartışmalı ilişkinin görmezden gelinmesi garip ve şaşırtıcı. Beyrut Limanı’ndaki patlamadan sonra, Lübnan’a düzenlediği ve iyi kalplilerin başarısı konusunda iyimser olduğu girişimini sunduğu iki ziyaret sırasında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, tüm Lübnanlı bileşenlerin temsilcileriyle görüştü ve onlara sert ve otoriter bir okul müdürü gibi davrandı. Birinci ziyaretinden sonra kısa bir süre temsilciler, gerek ne kadar kararlı ve ciddi olduğundan emin olmadıkları gerekse ABD’nin kendisine verdiği yetkinin (eğer böyle bir yetki varsa) boyutunu kestiremedikleri için Fransız konuğun girişimini bir ölçüde ciddiye aldılar. Bu nedenle, Parisin güvenine sahip, siyasi sınıfın dışından genç bir diplomatın başkanlık edeceği yeni bir hükümeti kabul ettiler. Ne var ki bundan sonra işler kontrolden çıktı. Bu temsilciler, kırılganlığını ve ABD’nin rolünün gerçek boyutunu keşfettikten sonra Fransız girişiminin havasını boşaltmayı ve etrafından dolanmayı başardılar. Böylece, hükümeti kurmakla görevlendirilen Mustafa Edib görevini yerine getiremediği için özür dileyip istifa etti. Hizbullah hükümeti olarak bilinen Hassan Diyab hükümeti, geçici sıfatıyla görevine devam etti. Elbette, Hizbullah ve onunla birlikte Hristiyan vitrini Özgür Yurtsever Hareket- Avncı akım (hükümeti kurma sürecini sabote etmekte en güçlü ve deneyimli, hükmetmek ve başkalarını yok saymakta en hırslı grup) Fransaya tavizler sunmaya hazır değildi. Cumhuriyetçi başkan Donald Trump’ın kazanma oranının, Demokratların adayı, her zaman Tahran ve Devrim Muhafızlarının sevgisini kazanmaya çalışan Barack Obama döneminin varisi Joe Biden karşısında gerilediği bir başkanlık seçimleri kampanyasının arka planında, zayıf ve elinden bir şey gelmeyene neden tavizler sunacaklardı ki? Bu taraflar, Washingtonda gelecek için umutlar parlak, Beyaz Saray İranın yöneticileriyle yakınlaşmayı yeniden canlandırmaya, 4 Arap ülkesindeki genişlemeci davranışlarına göz yummaya hevesliyken, Parise acı verici tavizler vermeye gerek olmadığına dair bahse girdiler ve kazandılar. Ardından, görünüşte Fransızların çabalarına verilen bir karşılık ve Sünni sokağının güvenini geri kazanmaya dönük bir adımla, Ekim 2019da sokağın arzuları doğrultusunda istifa etmesinden yaklaşık bir yıl sonra hükümeti kurması için yeniden Saad Hariri görevlendirildi. Hariri’nin görevlendirilmesinde Şii İkilisinin coşku ve desteği dikkat çekiciydi. Aslında, Emel Hareketi’nin Hariri’ye verdiği destek anlaşılabilir ve beklendik, çünkü bu, lideri Temsilciler Meclisi Başkanı Nebih Berrinin geleneksel “uzlaşmacı” konumunu yansıtıyor. Hizbullah’a gelince, bu konuda farklı hesapları var, çünkü temelde Lübnan arenasının verileri dışında hareket ediyor. Hristiyan Avncı vitrininden vazgeçmeden Sünnilere bir avans vermek onun çıkarına. Malum olduğu üzere, Avncı akım imzalandığı günden beri Taif Anlaşmasını bozmaya, Sünni başbakanın rolünü küçültmeye çalıştı. Şimdi de bunların yanı sıra Lübnanı, fiiliyatta İranın silahıyla yönetilen, yalnızca “protokol” olarak var olan bir Maruni Hristiyan cumhurbaşkanlığının gölgesinde yeni bir güç dengesine göre yeniden inşa etmek istiyor. Hatırladığımız gibi Biden’ın Kasım ayı başlarındaki zaferinden sonra, Washingtonda İran dosyasıyla Robert Malley görevlendirildi. William Burns, Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü olarak atandı. Böylelikle genel olarak Ortadoğu ve özelde Lübnanda bölgesel veriler değişmeye başladı. Daha sonra, nükleer anlaşmaya dönüş için "Viyana müzakereleri"nin başlaması, Washingtonun Yemen, Irak ve Afganistandaki önceliklerini açıklaması, Suriyedeki Beşşar Esed rejimi üzerindeki baskıyı hafifletmesiyle ivme daha da hızlandı. Bu esnada, Hariri’nin Cumhurbaşkanı Macron’un iki Beyrut ziyareti sırasında Paris’in talep ettiği gibi siyasi olmayan “görev hükümeti” kurma çabalarını engellemeyi amaçlayan Avncı akım, (Hizbullah tarafından perdelenen) gerçekleşmesi olanaksız taleplerine geri döndü. Bir kez daha Hariri, Fransız Cumhurbaşkanının kendisine verdiğini düşündüğü taahhütte güvendi. Ayrıca Maruni Patriği Bişara er-Rai’nin artan Lübnan’ın tarafsızlığı çağrılarıyla şansı da artıyormuş gibi bir izlenime kapıldı. Kendisini devre dışı bırakmaya ve engellemeye çalışan Avn ile mücadelesinde, Patrik’in temsil ettiği Maruni Hristiyan sokağının önemli bir kesitini kazandığını düşündü. Yine Hariri, Lübnan’da karar sahibi olan Hizbullah ve Avn’ın ülkeyi yönetmesine izin vermeyecekleri, büyük başkentlerin onun için İran ve bölgesel takipçilerine karşı siyasi veya askeri savaşlar vermeyeceklerinden hareketle kendisine hükümeti kurma görevinden çekilmeyi öğütleyen dostça öğütleri de görmezden geldi. Hariri oynadığı bahse artık güvenemeyeceğini daha yeni hissetti. Hizbullah ile yüzleşmekten ve onu cezalandırmaktan kaçınan Parisin, Avncı Hareket ile birlikte lideri olduğu Müstakbel Hareketi’ni de "hükümetin oluşumunu engellemek" suçlamasıyla cezalandırmaya hazır olduğunu sezdi ya da kendisine sezdirildi. Fransa Dışişleri Bakanı’nın ziyareti ve tereddütleri dün pek çok kişide bu kanaati pekiştirdi. Maalesef, Emmanuel Macron döneminde Parisin Lübnanlıların acılarını sona erdirmek ve "romantiklerinin" Fransayı "şefkatli anne" olarak gördükleri bir ülkeyi kurtarmak için hiçbir çözümü olmadığını kabul etmenin zamanı geldi. Aynı şekilde, bölgedeki krizlere ilişkin anlayışının, aşikar önceliklerinin ve bu öncelikleri ele alma yaklaşımının kendisinden çözüm hatta pratik bir yaklaşım bekleme konusunda cesaret verici olmadığı da kabul edilmeli. Parisin son 4 yılda Avrupanın İran yönetimiyle yakınlaşma ve nükleer anlaşmaya koşulsuz geri dönüş çabalarına nasıl önderlik ettiğini hatırladığımızda başarısızlık kaçınılmaz. Keza Lübnandaki krizin özünü ve bundan sorumlu olan tarafın kimliğini defalarca nasıl görmezden geldiğine dikkat edildiğinde de. Tüm bunların ardından Fransız diplomasisinin "Dideban"ı (bekçisi) gelip, silah zoruyla fiilen "işgal edilmiş" bir ülkenin zayıf politikacılarını azarlarken, bu işgalin ne anlama geldiğini ve sonuçlarını görmezlikten geliyor.
مشاركة :