Maruni Patriği Beşara El-Rai’nin önderliğinde Kuzeyli lider Süleyman Franciye liderliğindeki Marada Hareketi ile Semir Caca’nın başkanlığındaki Lübnan Güçleri arasında Lübnan’ın şahit olduğu yeni uzlaşma hıristiyanalrın birliği adı altında gerçekleşen ikinci uzlaşmadır. Daha önce de yine Lübnan Güçleri ile cumhurbaşkanı seçilmeden önce Mişel Avn’ın lideri olduğu Ulusal Özgürlük Hareketi arasında Maarab mutabakatı imzalanmıştı. Bu tür uzlaşılar; başka Arap ülkelerinde ve toplumlarında olduğu gibi Lübnan’da yaşanan ve devam eden krizlerin ortasında kesinlikle doğru ve gerekli bir olgudur. Arap Baharı’nın hedeflerinin asgari düzeyde bile gerçekleştirilememesi, hatta bir umuttan tehdite dönüşmesi de bu krizleri tetiklemektedir. Yine de Lübnan’da son zamanlarda görülen bu olgu, bizleri endişeye sevkeden iki konuyu gündeme getirmektedir. Birincisi; birleştirici ulusal kimlikten çok etnik, dini ve mezhepçi yan kimliklerin ağır bastığı dünyanın bu bölgesinde vatandaşlık olgusunun kaderini ne olacağıdır. İkincisi ise bu bölgede bulunan her azınlığın içerisinde ulusal sınırları aşan ve kendini o ülkeye bağlayan ortak paydalara sahip bir grubun var olmasıdır. Genel olarak Arap dünyasına ve özelde ülkelerine baktığımızda, vatandaşlarının sıfır noktasına yani etnik ve dini unsurun kimliğin temelini oluşturduğu ve modern devletlerinin kurulmasından önceki döneme dönmüş oldukları görürüz. İkincil ve yan kimliklere bağlılığın çatısı altında her ulusa ya da etnik gruba sanki ulusal, toplumsal ve kültürel ortamından ayrık tek ve birleşmiş bir kütleymiş gibi bakılmaya başlandı. Böylece “Doğulu Hristiyanlar” ya da “Doğu’nun Hristiyanlar”ından; anavatanın tarihi bağlamdan, ulusal doku ve birleştirici tarihten uzak, ülkelerin ulusal sınırlarını aşan tek hedef ve kültürün bir araya getirdiği birleşik ve sıkı bir grupmuş gibi bahsedilmeye başlandı. Bu sanki Lübnanlı bir hıristiyanın kendisini ülkesindeki diğer etnik gruplardan olan bir Lübnanlıdan çok Iraklı ya da Mısırlı veya Ürdünlü bir hıristiyana daha yakın hissettiği anlamına gelmektedir. Oysa bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Aynı şekilde bu söylemler içerisinde, Hristiyanları Arap kimliklerinden izole etmeyi, kendilerini Arap toplumsal dokuya sonradan dahil olmuş azınlıklara dönüştürmeyi ve aynı şekilde ulusal dokularından ayırmayı amaçlayan ve hiç de masum olmayan politikaları gizlemektedir. Arap dünyasındaki Hristiyanlar aynı diğer dini gruplar gibi birlik içerisinde değildirler. Bilakis farklı ülkelerdeki hıristiyanların tutumları farklı ve hatta bazen çelişebilmektedir. Aynı şekilde yaşadıkları ortam ve sosyal koşullar ile karşı karşıya oldukları gündelik sorunlar da farklıdır. Dolayısıyla her ne kadar kendi farkındalıklarını arttıran ortak tarihi deneyimler yaşasalar da Hristiyanları tek bir potada toplamak zordur. Buna ek olarak; kanaat önderleri, dini ve sivil otoriteler ve liderlerden oluşan hıristiyan seçkinlerin, geleceklerinin belirsiz olduğu, hıristiyanların durumunun kabul edilemez ve iyileştirilmesi konuları dışında hiçbir zaman ortak bir vizyona sahip olmadıklarını da özellikle vurgulamalıyız. Ama bu güvensizlik duygusunu bölgedeki diğer etnik ve dini gruplar da paylaşmaktadır. Çünkü bölgenin yaşadığı istikrarsızlık hali tüm çocuklarını etkilemektedir. Aşırılıkçı ve radikal dini grupların ve devlete karşı olan grupların ortaya çıkması ile geçen on yıl hıristiyanlar açısından tam bir felaket olsa da bazı bölgesel güçlerin, etnik ve dini hassasiyetleri kaşıyan politikaları nedeniyle müslümanlar en az onlar kadar sıkıntılar çekmişlerdir. Genel olarak azınlıklar ve özel de hıristiyanlar sorununun ortaya çıkmasına neden olan temel sorun; modern Arap devletlerinin ulusal dinamikleri inşa etme sürecini tamamlayamaması ve vatandaşlarını ulusal temel çerçevesinde dini, etnik ve mezheplerine göre temsil etmekte başarısız olmasıdır. Bunlara zor ekonomik şartları, baskı, ayrımcılık ve despotluk üzerine kurulu politikaları, radikal ve dışlayıcı söylemlerin yükselişini de ekleyebiliriz. Geçen on yıllar boyunca bu olguyu körükleyen nedenler arasında, diktatör ve baskıcı sistemlerin dini azınlıkları sömürmesi ve kendisine bağlı bir hale getirmesi, jeopolitik ve uluslararası oyunların bir sahası haline gelen Arap dünyasına azınlıklar sorununun da müdahil olmasıdır. Uluslararası ve bölgesel her güç, daha fazla müdahale ve kutuplaşma için azınlıkların mevcut durumundan faydalanmaya çalışmaktadır. Lübnan’ın şahit olduğu uzlaşmalar ve anlaşmalar konusuna dönecek olursak, tek bir dini grubun mensupları (Lübnan Kuvvetleri-Marada Hareketi, Özgür Yurtsever Hareketi- Lübnan Kuvvetleri) arasında ya da farklı dini gruplar (Özgür Yurtsever Hareketi-Hizbullah, Müstakbel Hareketi- Özgür Yurtsever Hareketi) arasında olsun bu uzlaşmalar kırılgan olarak kalmayı sürdürecektir. Çünkü hem herhangi bir siyasi içerikten yoksun hem de uzun vadeli yüksek ulusal çıkarlar yerine anlık ve dar bakışlı çıkarlar üzerine kurulmuştur. Uzlaşmayı imzalayan taraflar hala kendi politik görüşlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Hristiyan parti ve hareketler açısından bu siyasi performansın açık hedefi; temel ulusal siyasi çıkmazların aleyhine de olsa dini birliğin sağlanmasıdır. Kısacası; bu parti ve hareketlerin, siyaset dışında spor, sağlık, kültür ve sosya hizmetler gibi her konu ile ilgilenen kültürel ve toplumsal dernekler gibi davranmaya başladığını söylersek abartmış olmayız. Bugün Lübnan’da Hristiyanlar için en önemli şey; Batı’ya açık Arap kökleri ile Lübnan’ın yapısındaki kurucu rollerini yeniden kazanmaktır. Arap Hristiyanlar için önemli olan bir başka durum da özellikle ve bizzat kendilerine baskı yapıldığı bu zor dönemde problem olarak görülen olguları yeniden gözden geçirmektir. Yani Hristiyanların; kendilerini koruyan ya da onlar ile korunan bir baskıcı yönetime bağlı olmak, ya da sivil bir devlet ve eşit vatandaşlık olmadan ayakta kalamayacak bir demokrasiye ümit bağlamak veya silah gücüne sahip olanların ve yolunu kaybetmiş radikallerin açık bir şekilde gerçekleştirmek için çaba harcadıkları zımmiliği kabul ederek zorla teslim olmak gibi zor seçenekler arasında seçim yapmaları gerekmektedir. Bu sözler ile hiçbir şekilde hangi taraflar arasında olursa olsun liderler arasındaki bu uzlaşmaların önemini azımsıyor ya da küçümsüyor değiliz. Eski kinleri ve düşmanlıkları tarihe gömmek, hatalar ile yüzleşmek, af dilemek herkesin görevidir. Ama asıl istenen, Müslüman ve Hristiyanları ile Lübnanlıların, radikal mezhepçi hayaller yerine ulusal çıkarları öne çıkaran kanaatlere ve parametrelere dayalı uyumlu bir siyasi görüş ortaya koymalarıdır. Lübnan’ın bugünkü temel sorunu; Hristiyanların ya da sünnilerin veya şiilerin birliğinden çok daha önemlidir ve onun varlığının tamamını tehdit etmektedir. Lübnan; kendisine ve Arap dokusuna yabancı tek bir gücün yani Hizbullah ve hamisi İran’ın esiri olma tehdidi altındadır. Geriye sadece Lübnan ve bölgede pekiştirilmesi gerekn tek bir düşünce kalıyor. O da Hristiyanlar ile müslümanların kaderinin birbirine bağlı olduğudur. İnsan haklarına saygılı, diğer tüm kimlikleri bir yana bırakan ve sadece ulusal kimliğe bağlı olan, özgürlük, adalet ve eşitlik üzerine kurulu sivil bir devlet inşa etmek için bir yol haritası çizmedikçe göç düşüncesi toplumun tüm unsurlarının kafasını meşgul etmeyi sürdürecektir.
مشاركة :