Yıllara dair rakamlar ham verilerdir, kendi başlarına bir şey ifade etmezler, ancak hadiselerin tarihsel ve kronolojik kodlarını belirlemede faydalıdır. Dolayısıyla önümüzdeki 12 ay boyunca ortaya çıkacak şeyler, geçen 12 yıl boyunca ekilen şeylerin meyveleri olacaktır. Aksini düşünmenin saflık olacağını iddia ediyorum. Geçen bu yıllarda ekilenlerin mahiyetine baktığımızda, sonuçlarının -özellikle Ortadoğuda- tehlikeli olması hiç de uzak bir ihtimal değildir. Diğer bir ifade ile ekilenler biçilecek. Şu anda bölgemizde üç düzeyde kriz yönetimi sergilenmektedir: uluslararası düzeyde -yeni bir güç ortaya çıkana kadar- ABD, Rusya ve Çin bölgede etkili konumdalar. Bölgesel seviyede ise üç kuvvet birbirleriyle çekişiyor ve rekabet ediyor. Her birinin kendine ait ciddi stratejik projeleri var, bu ülkeler İsrail, İran ve Türkiye’dir. Son olarak ise kendilerine ait özellikleri, konumları ve sorunlarıyla -Arapların çoğunluğu oluşturuyorlar- ulusal düzeyde etkili güçler vardır. Her bir ülke, bölgesel projelerin rekabeti ve büyük güçlerin çakışan çıkarlarının ortasında etkili olmaya çalışıyor. Burada hemen şuna değinmeliyiz, Çin, Asya ve Afrikadaki etkileyici konumunun aksine, Ortadoğuya nispeten uzak bir konumdadır. Ancak, Ortadoğu ve özellikle Suriye meselesinde Rusyanın tutumlarını desteklemesi ve onun arkasında kararlı bir şekilde durması, Ortadoğu ve Suriye’de de nispeten etkili olmasını sağladı. İlk düzeyden başlayalım. Özellikle, Washington ve Moskovanın konumlarından… Giderek daha da cesurlaşan Rusya yaklaşımı ile dış politika dosyalarını sürekli değiştiren, tutarsız ve belirsiz politikalar izleyen Amerikan yaklaşımı arasında -en azından görünüşte– büyük bir farklılık var. Örneğin Suriye örneğinde, Moskova en başlarda sakin bir diplomasi yürüttü, bu arada ise Batı’nın kasıtlı olarak hem Irak hem de Libya’da olan çıkarlarına aldırış etmemesini ve hafife almasını sert bir şekilde eleştirdi. Ayrıca bu sert eleştirileri Güvenlik Konseyinde gerçek niyetleri kamufle edilmiş, şeklen gerekçelendirilmiş vetolara dönüştürdü. Çok geçmeden sakin diplomasi yerini gerilim diplomasisine bıraktı. Kremlin, Arap siyasi sistemine ve belki de bir bütün olarak Araplara düşmanlık besleyen, ancak İsrail’i kızdırmadan İran’la açıkça uzlaşıya varan Demokrat partinin etkili olduğu Amerikan yönetiminden faydalanmasını bildi. Gördüğümüz gibi Barack Obama yönetiminin Tahranın gönlünü alma ve herhangi bir şart öne sürmeden onlarla nükleer anlaşmaya varma konusundaki ısrarı, Tahran ve Şam rejimlerinin "terörist destekli rejimler" olduğunu uzun süre dillendiren ABD’ye güvenen ülkelerin pahasına devam etti. Obama yönetimi nükleer anlaşmanın teknik detaylarına odaklanarak durmaksızın bu anlaşmayı savunmaktan başka bir iş yapmadı, Tahran’ın, mezhep milisleri aracılığıyla Arap dünyasındaki genişleme planını, inatla görmezden gelmeyi tercih etti. Sonuç olarak, Obama yönetimi Suriye devrimini alt üst etti, saldırgan unsurların ülkede doğan yönetim boşluğundan faydalanmaları ve hedeflerini gerçekleştirmeleri için yeterli zaman bıraktı. Sonrasında ise inisiyatifi Ruslara bırakmak için Suriye arenasında ortaya çıkan radikalizmi dillendirmeye başladı. Ruslar ise sadece meşruiyetini kaybetmiş –Amerikalar bunu sıklıkla tekrar ederlerdi- bir rejimi desteklemek için değil, sahada devam eden mücadeleye doğrudan müdahale etmek ve savaşın gidişatını değiştirmek için sahaya indiler. Dahası, Washington’un Kürt ayrılıkçı güçleri ve onların askeri ve siyasi uzantılarını desteklemesi, Lazkiye’nin kuzeyinde düşen Rus savaş uçağından dolayı Moskova’nın tehditlerinden Türklerin korkması, Türkiyenin Cenevre rotasını terk etmesine ve Suriyelilerin pahasına Rusların ve İranlıların dümenine girmesine katkı sağladı. Böylece, Moskova sahaya hâkim oldu ve İranlılarla anlaşıp işbirliği yaparak bu nüfuzunu devam ettirdi. Washingtondaki yeni Cumhuriyetçi yönetiminin politikası ise, bölge için gerçekçi ve tutarlı bir strateji oluşturmaktan oldukça uzaktı. Geçtiğimiz iki yıl boyunca Washington, İsrail’deki elçiliğini Kudüs’e taşıma kararı alması, İranlıların Irak ve Lübnan’da kurduğu hegemonyayı yıkamaması, yine İranlıların Husilere verdikleri destekleri engelleyememesi nedeniyle büyük bir çöküş yaşamıştır. Washingtonun son yanlış hamlesi ise, kuzeydoğu Suriyedeki Kürt müttefiklerini yüzüstü bırakması olmuştur. Bölgesel düzeyde ise, Washington ve Moskova’nın yaklaşımları ve önceliklerinin bu mesele üzerinde önemli bir etkisi olduğuna hiçbir şüphe yoktur. Bununla birlikte, üç bölgesel güç olan İsrail, İran ve Türkiye’nin –sınırlı dahi olsa- iki büyük gücün tutumlarını etkilemede büyük ölçüde başarılı oldukları söylenebilir. Elbette, İsrail her zaman ABD-Rus rekabetinden faydalanmasını bilmiştir. ABD başkentindeki siyasi karar alma mekanizmalarını bu rekabeti kullanarak etkileyebilmektedir. Öte yandan, üç güç kayda değer bir manevra marjı sağladı ve hem Washington hem de Moskova’nın kırmızıçizgileri dikkate almasını gerektiren stratejik bölgesel projelere olan bağlılıklarından istifade etti. Washington’un İran’a uyguladığı ekonomik yaptırımlarla bir adım öne geçtiği doğrudur. Ancak yaptırımların etkisi, başta Çin, Japonya, Güney Kore ve Hindistan olmak üzere İranın en önemli petrol alıcılarının bazılarına verilen büyük istisnalar nedeniyle akim kalmıştır. Dahası, yaptırımlar Tahran rejimini rahatsız ederken, siyasi gelişmelerin İran’ı rahatlattığını gördük. Zira Batı ülkelerinin, Başkan Trumpın nükleer anlaşma ve ekonomik yaptırımlara dair kararlarını benimsemediklerini müşahede ettik. Ayrıca, uluslararası toplum Yemende yarı tarafsız bir pozisyona sahip olsa da, Irak, Suriye ve Lübnandaki İran hegemonyasının hala görmezden gelindiğini görüyoruz. Ne yazık ki, İranın bölgesel üstünlüğünün, ciddi şekilde tehdit altında olduğuna dair bir işaret yok. Tahran ve Ankara arasındaki artan yakınlaşma, Tahran uzantılarının Arap bölgesinde daha da etkin hale geleceğini göstermektedir. Ayrıca, İsrail’in bölgedeki genel durumdan memnuniyetini, mevcut ciddi ve tehlikeli zorluklar karşısında ortak bir Arap siyasi vizyonunun olmamasını da bu olumsuzluklara ilave ediyorum. 2019’un eşiğinde, Filistin topraklarında meşru bir otorite hala yok. İsrail, gerçek bir barış arayışından alabildiğine kaçıyor. Netanyahu ise, meclisin dağılmasından sonra ülkeyi yeni bir seçim atmosferine mahkûm etmiş durumda. Filistin Ulusal Yönetimi, Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasındaki siyasi bölünmeden dolayı daha da zor bir sürece girmiş durumda! Irak ve Lübnan’da hükümetler ve parlamentolar var, ancak devrim rehberlerin varlığında bunlar hiçbir şey ifade etmiyor, zira göstermelik seçimlerin ne kadar geçerli olduğu konusunda son sözü yine bunlar söylüyorlar. Suriyede, Arapların yokluğunda Arap rolünü yeniden inşa etme yarışı var! Fikir, ağırlık ve vizyon bakımından ortak bir kader inşa etme hülyasından geriye ne kaldı ki!
مشاركة :