İtalya, Birinci Dünya Savaşının sona ermesinin ardından Benito Mussolini liderliğinde Sosyalist Parti’den ayrılan bir grup muhalif aşırı sağcı politikacı tarafından başlatılan hükümet karşıtı bir protesto dalgasıyla sarıldı. Antik Romadaki savaşçılar tarafından kullanılan ve Latincede “Fascis” (Faşist) olarak bilinen askeri sembolün adını taşıyan bu örgüt 1921de Ulusal Faşist Partiye dönüşerek 26-27 Ekim 1922de Romada demokratik hükümeti deviren ve tarihteki ilk faşist diktatörlüğünü kuran büyük bir ilerleyişe imza attı. O sırada, askeri bir yenilgi yaşayan Alman İmparatorluğu, Fransa’daki Versay Sarayı’nda küçük düşürücü bir antlaşmanın imzalanmasının ardından moralini yerine getirecek bir lider ararken Adolf Hitler adında Avusturya doğumlu genç bir asker ortaya çıktı. Almanyanın yenilginin küllerinden yeniden doğmasını sağlayacağına ve Avrupa’da Germen ırkının egemenliği için yeni bir rejim kuracağına söz verdi. Ardından tüm dünyaya yayılan savaşı alevlendiren Nazi rejimini kurdu. Avrupa birliği (AB) projesi bu acı deneyimlerin tekrarlanma korkusundan doğdu. AB, 1951de AB’nin temellerinin atıldığı Paris Ekonomik Antlaşması’nın hükmünü ortadan kaldıran Roma Anlaşması’nın ardından 1957de, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg tarafından İtalya’nın başkentinde imzalanmasıyla kuruldu. Bilindiği üzere Avrupa, AB projesinin başlangıcına kadar tarihinde uzun bir barış ve refah dönemi görmedi. Dünyada birçok bölge için örnek teşkil eden bu proje gibi ekonomik, politik ve sosyal uyum barındıran başka bir bölgesel proje bilinmiyor. AB yıllar sonra bile kompakt bir yapı ve hızlı genişleme sayesinde büyük küresel zorluklarla başa çıkabilecek gibi görünüyordu. Ancak 2008deki küresel mali krizin yanı sıra AB projesine olan güveni sarsan ve büyük zorluklarla yüzleşecek dokunulmazlığını etkileyen ekonomik ve sosyal krizler, AB’de zayıflık belirtilerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Aşırı sağcı ve popülist partilerin tekrar büyümelerini engelleyen AB projesinin değerlerini ve kurallarını kırarak siyasi sahneye girmelerini sağlayanların onlarca yıldır bekledikleri bu durum, özellikle de mali krizle mücadelenin sosyal açıdan pahalıya patladığı ülkelerde yeniden toparlanıp halkın desteğini kazanmalarını sağladı. Ancak bu güçlerin Avrupa sahnesindeki güçlü yükselişlerine katkıda bulunan eksen kayması, Afrika ve Orta Doğudaki çatışma bölgeleri ve yaşamsal akut krizlerden kaynaklı göç akınıyla aynı döneme denk geldi. Avrupa hızla faşizmin ve Nazizmin büyüdüğü aşırı milliyetçi eğilimlere hayat veren verimli bir sahaya dönüştü. Aşırı sağcılık ve popülizm artık Avrupa sahnesinde asılı bir fikir olmaktan çıkarak geçmişin hayaletlerini uyandıran ve AB projesinin temellerini sarsan güçlü bir geri dönüş yaşadı. Akın akın devam eden göç dalgası ve artan baskının etkisiyle alev gibi Avrupa’nın dört yanına yayıldı. Bu durum, Beyaz Sarayda yeni çıkan “sağcı rönesans” olgusuna da yabancı değil. Hatta ilk aşamada dünyaya bakan bir deniz feneri gibiydi. Bu da ona ahlak ve eksik olan politik meşruiyeti kazandırdı. Ancak aşırı sağcı partilerin oluşturduğu İtalya’nın koalisyon hükümeti, popülizmin yayılmasının sembolü ve ciddiyetinin en belirgin göstergesi oldu. AB projesinin beşiği olan İtalya’da büyük bir parlamento çoğunluğuna sahip olan bu ilk popülist hükümet, AB’yi temellerinden sarsarken birliği tehdit etmekten de gurur duyuyor. Avrupadaki popülist hareketin ilk büyük zaferi 2008’deki mali krizden sonra AB projesinin üç taraflı en kritik aşaması olan göç, terörizm ve tasarruf politikaları içindeki siyasi tartışmayı sınırlandırmayı başarmasıydı. Bu, sağ ve sol arasında yıllarca uzlaşılan geleneksel rekabet arenasında siyasi çatışmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Gelecek bahardaki seçimler, Avrupa Parlamentosunun oluşturulmasından bu yana ilk kez yalnızca muhafazakârlarla ilerlemeciler arasında olmayacak. Bu yarış artık AB’nin kalesini içten kuşatmak için safları sıkılaştıran popülistler ile bu kuşatmayı kırmak için ortak bir planı olmayan Avrupalılar arasında da geçecek. Fransa’da, Avrupa’daki popülist eğilim karşıtlığına liderlik etmesi için seçilen Emmanuel Macron’un politikasına karşı yapılan son protestolar, aşırı sağcıların AB organlarında ve Avrupa siyasi ortamında daha geniş ve daha etkili pozisyonlara doğru ilerlemelerine katkıda bulundu. İngiltere’nin AB’den çıkışı için kesin bir formül beklenirken aşırı sağcı ve popülist partilerin 40 yaşındaki AB’nin denklemini kırmak için bir sonraki birleşik veya müttefik listelerde Avrupa seçimlerini gerçekleştirecekleri neredeyse kesinleşti.
مشاركة :