Zaoui:Yurttaşlık bilincinin zayıflığı nefret söylemi üretiyor

  • 2/13/2019
  • 00:00
  • 4
  • 0
  • 0
news-picture

Amin Zaoui Cezayirli bir roman yazarı ve akademisyen. Halihazırda Vahran Üniversitesi’nde profesör olan Zoui, bir dönem başkent Cezayir’deki Ulusal Kütüphane Müdürlüğünü de yürütmüştü. Birçok edebiyat ödülü kazanan  Zoui’nin uluslararası toplantı ve buluşmalarda edebi olarak önemli bir varlığı da bulunuyor. Hem Arapça hem de Fransızca bir çok romanı yayınlanan Zoui, son olarak Arapça “Samimi Dostlar” romanını yayınladı. Cahiziyye Kültür Merkezi’ndeki Roman Derneği’nde son romanı “Samimi Dostlar” için yapılan tanıtım vesilesiyle kendisi ile konuştuk ve ortaya bu röportaj çıktı:-Son romanınız “Samimi Dostlar”ın kahramanları Müslüman Rüşdi, Hristiyan Augustin ve Yahudi Levi, ve üçü de Cezayir Bağımsızlık savaşına katılıyor. Bu bir birlikte yaşama çağrısı mı ve neden sonu acı bitiyor? Evet, “Samimi Dostlar” romanı, bir yanıyla inançları, ırkları ve dilleri ne olursa olsun herkese yetecek kadar bir geniş vatanda yani Cezayir’de birlikte yaşamaya ve hoşgörüye bir çağrıdır.  Diğer yanı ile de resmi tarihe karşı çıkan bir romandır. Romanda geçen olaylar Cezayir tarihinin İkinci Dünya Savaşı sonrası döneminden başlayarak bağımsızlığa kadar olan dönemde geçmektedir. Yani Bağmsızlık Savaşı’nın öncesi ve sonrasındaki döneme aittir. Roman, okura Cezayir toplumundan örnekler sunmaktadır. Örneğin Peder Deval dini bir kişiliktir. Ama roman boyunca onun nasıl devrimin bir destekçisine dönüştüğünü, devrim sırasında kendisine  Muhammed Deval adının verilmesini, Cezayir’de yaşayan bütün bu hristiyanların nasıl sömürge Cezayir’de haksızlığa ve sömüreye karşı olan aydınlanmacı hareketin ve devrimin bir parçası oldukları anlatılmaktadır. Buna karşılık; yine Hristiyan olan Vahran’ın Belediye Başkanı Gabriel Lambert tam karşıt bir örneği yani faşist ve radikal bir Hristiyanı temsil etmekte. Bu 2 kişilik üzerinden Cezayir toplumu içerisindeki Hristiyanlar arasındaki iki karşıt bakış açısına yer vermeye çalıştım. Romanın bir diğer kişisi ise bir Yahudi olan Levi Zmorman en-Nakava’dır. Nakava ailesi Tilimsan’ın büyük ailelerinden biridir ve dedeleri Devin, Tilimsan şehrinin büyük hahamı ve “el-Andijan”lardan biridir. Bu ad; Cezayir’de 1870 yılında yürürlüğe giren yasaya göre sadece Yahudi ve Müslümanlar için kullanılırdı. Avrupalılar için ise kullanılmazdı. Romanın üçüncü kahramanı ise müslüman Avolay Rüşdi’dir. Bu üç kişi Vahran’daki bir askeri kışlada karşılaşıyorlar ve dost ya da kardeş gibi yaşıyorlar. Dönemin Vahran toplumunu ve o günlerde yaşanan olayları, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra ve Cezayir Devrimi’nin arifesinde Cezayir’i ve bilhassa romanın olaylarının geçtiği Vahran’ın nasıl göründüğnü anlamak için tarih ve sosyoloji ile ilgili birçok kitap okudum. Bu okumalarımın beni, Cezayir toplumunun geçmişte dinler, ırklar ve dillerden oluşan bir karışım olduğu sonuca götürdüğünü söyleyebilirim.Romanımda, Cezayir tarihine yeni bir bakış açısı getirmek için de elimden geldiğince Cezayir toplumunu oluşturan bütün bu renkleri temsil eden kişilere yer vermeye çalıştım.- “Bacak Bacak Üstüne” adlı bir başka romanınız da devrim ve mücahitlerin tarihine ışık tutuyordu. Sizce edebiyatın tarih, edebiyatçının da tarihçi gibi olması mümkün müdür? Evet romanlarda tarihi yazarlar. Ama tarihi olayları; şu yılda bu savaş yaşandı ya da bu yılda mücahitler kazandı gibi kronolojik ve sıkıcı bir şekilde değil de çok daha zevkli ve edebi bir üslupla anlatırlar. Romanlar; okuyucuya belirli bir zaman dilimini edebi ve eğlenceli bir şekilde anlatarak tarihi yazarlar. Ben de tarihi düzeltmek için tam olarak bu metodu kullanıyorum . “Samimi Dostlar”  adlı roman projemin de amacı budur. Vahran’da bir asker kışlasında 3 kişi bir araya geliyor, her birinin kendi özel hayatı var, her birinin babası, annesi, dedesi, sokağı, kendi özel hatıraları ve kültürel kaynakları var. Ama bir asker kışlası üçünü de bir araya getiriyor ve burada günlük yaşamlarını sanki kardeş, arkadaş ve samimi dostlar gibi geçiriyorlar. Çünkü romanın vermek istediği -ki bu benimdir de- mesaj; vatan dinden, vatandaşlık ibadetten önce gelir. Neden? Çünkü vatan bütün dinleri, inançları, inançsızlıkları bir araya getirendir. Vatandaşlık kültürüne sahip olduğumuzda dinimizi ve başkalarının dinini koruruz. Vatandaşlık kültürüne sahip olmadığımızda ise nefret kültürünü üretiriz, birbirimize benim dinim bana senin dinin ise sana deriz ve düşmanlık ile dışlama başlar. Roman; temel bir meseleyi yani vatan her şeyden önce gelir, vatan herkesin yaşadığı alandır, ten rengimiz, inancımız ve dilimiz farklı olsa da hepimizi koruyandır meselesini savunmaktadır. Bir müslüman, yahudi ve hristiyan bu kışla da karşılaşıyorlar ve sonra devrim başlıyor. Onlar da hep birlikte devrime katılıyorlar. Çüünkü aralarında ortak bir dava var. Vatanı, bağımsızlığı, onuru, adaleti ve Cezayir’i savunmak. Tüm kalpleri ile inanarak devrime katılıyorlar. Çünkü devrimin bir dini yoktur. Din her zaman arka plandadır çünkü vatan olmazsa din de olmaz. Vatan insani bir değerdir. Bu nedenle Levi en-Nakava (Yahudi) devrim sırasında şehit düştüğünde devrimin diğer şehitleri gibi görülür. Ama ne yazık ki bağımsızlıktan sonra şehitlerin naaşları onlar için hazırlanan şehitliğe taşındığında sorun bir kez daha gün yüzüne çıkar. Levi El-Nakava’nın şehitler mezarlığına defnedilmesine izin verilmez. Çünkü devrim perdesi ile örtülmüş olan din tekrar gün yüzüne çıkmaya ve din üzerindeki perdenin altından yavaşça baş göstermeye başlamıştır. Ardından “Kutsal Şiddet” bağımsız Cezayir’de yetmişli, seksenli ve doksanlı yıllarda bir kez daha esir alır-Cezayir’in resmi tarihi anlatısına karşı mısınız? Evet, karşıyım hatta kınıyorum. Bu nedenle; Samimi Dostlar romanının resmi tarihe karşı olmasını istedim. Bugün bilhassa romanlar aracılığıyla tarihi okuyan gençlere; gerçeği geri vermemiz ve Cezayir devriminin tarihinin renkli ve karmaşık gerçeklerini onlara geri getirmemiz gerektiğini söylemek istedim. Cezayir’in tarihi şimdi bizlere okutulan tarih değildir. Bu tarih yalanlar ve iftiralar ile doludur. Oysa Cezayir tarihi bundan çok daha derindir. Bana göre romanlar, edebiyat aracılığıyla bunları cesaretle ifade etmelidirler. Çünkü roman, tarih yazımı değil bir zevktir. Roman; yazım, dil, yapı ve şiirsellik düzeyinde dengeli bir metindir. Ama ben aynı zamanda bu metnin kültürel ve içeriksel boyutunu da yorumluyorum. -Başlangıçta Arapça yazıyordunuz daha sonra Fransızca da yazmaya başladınız, peki roman yazımında daha çok tercih ettiğiniz dil hangisi? Kimileri Fransızca yazma nedeninizin Fransa’da tanınmak olduğunu söylüyorlar, buna ne diyorsunuz? Şahsen Arapça ya da Fransızca yazsam da okuruma ihanet etmediğimi düşünüyorum. Çünkü Arapça yazdığım konular ve sorunlar Fransızca yazdıklarım ile aynı, Arapçada ele aldığım dertler ve hüzünler ile Fransızca da ele aldıklarım arasında hiçbir fark bulunmuyor. Ben iki kişi değilim. Bu nedenle iki dildeki yazılarımda iç içe geçmektedir. Hatta Fransızca metinlerde yer alan bazı kişiler Arapça yazdığım metinde yer alan kişilerin bir devamı ya da uzantısı olabiliyor. Ben, Arapça ya da Fransızca yazsam da sonuç olarak hepsi de roman projeme hizmet etmektedir-Peki bu roman projenizin özellikleri nelerdir? Roman projem, şunlara dayanmaktadır: Birincisi kadını savunmaktır. Kadının haklarını, özgürlüğünü, toplum içinde varlığını, siyasi varlığını, ekonomik varlığını, kültür ve bilim alanındaki varlığını savunmaktır. İkinci nokta; din, dindarlık, kutsallar, kutsal şiddettir. Bu konular en çok üzerinde düşündüğüm konulardandır. Çünkü günümüzde din, siyasi  alanda kullanılan bir sermayeye dönüştü. Üçüncü nokta ise tarihtir. Tarih, geçmişe yayılmış özümüz ve tarih ile ilişkimizi çok düşünüyorum. Bence geçmişimizin bizim için bir yük ya da önümüzde süreklediğimiz ve bizi yavaşlatan bir ağırlığa dönüşmemelidir. Bilakis sadece ilerlemek için dönüp ona baktığımız bir şey olmalıdır. Bu proje de benim için önemli olan bir diğer konu da çoğulculuğu, kültürel çoğulculuğu, dini çoğulculuğu, ırk ve insani çoğulculuğu savunmaktır. Bana göre tek tip toplumlar ölü ve başarısız toplumlardır. İçinde farklılığı ve çeşitliliği barındıran toplumlar ise gelişme, ilerleme gücüne ve potansiyeline sahip toplumlardır.-Din hakkında söyledikleriniz ve romanlarınızda din ile ilgili görüşleriniz ile dini bir araç gibi kullananlara karşı olduğunuzu belirtiyorsunuz. Ama bazı okurlar bunu sizin dine karşı olduğunuz şeklinde anlıyorlar. Bildiğiniz gibi İslamofobi karşı yakada yani Avrupa’da çok yaygın. Kitaplarım 13 dünya diline çevrildi. Çünkü bana göre kitaplarımın hayatı insanlaştırmak gibi açık ve net bir projesi bulunuyor. Dine gelince, ben iki şeyi birbirinden ayırıyorum. Yani din ile dindarlığı ve beni aslı rahatsız eden şey “dindarlık”tır. Din ise kişisel bir meseledir. Dinimin ne olduğunu umursamıyorum. Aynı şekilde hristiyan, müslüman, yahudi, budist ya da dinsiz olsun karşımdakinin hangi dinden olduğu  ile de ilgilenmiyorum. Benim için önemli olan; insanın çevresi ve içinde yaşadığı ortam ile ilişkisi ile vatadaşlığın değerini ne kadar bildiğidir. Savunduğum vatandaşlık felsefesi tek ilgi alanımdır. Dindar olmak ya da öğle ezanı okunduğunda otoyolun ortasında arabayı durdurup namaz kılmaya gelince ben bunu din olarak kabul etmiyorum. Benim için bu dindarlıktır. Bizi öldüren, hakkımızda kötü bir algı oluşmasını sağlayan da bu olgular ve uygulamalardır. Çünkü günümüzde din bir politikaya ve  şekilciliğe dönüştü. Dolayısıyla bu uygulamalar insanı maneviyattan ve aslında korku, sorgulama, felsefe, şüphe olan gerçek dinden uzaklaştırmaktadır. Dini  bütün bu büyük değerlerden uzaklaştırarak içini boşaltmaktadır. Kısacası sakal bırakmak ve tesbih taşımak din değildir. Bugün geldiğimiz durum gerçekten de çok garip. Dün televizyon da hem de canlı yayında hocanın biri, içine cin girdiğini söylenen birisinin içinden cin çıkarıyordu. Gerçekten de çok garip değil mi? Sözde cinle konuşup seni kovuyorum, seni Kuran’la yakacağım gibi şeyler söylüyordu. Bu kadar mı düştük, hem de din adına? Bu uygulamaların durması ve kınanması gerekir. Bence bu aydınların görevidir. Bizim görevimiz bu tür uygulamaları kınamaktır. Çünkü bu uygulamalar çocuklarımızı, yeni nesli bozmaktadır. Ben bu tür bir dindarlığı, saçmalığı ve dinin bu şekilde sömürülmesini kınıyorum. Kuran’ı Kerim; dini ve kendisini kötüleyen bir şekilde televizyon ekranlarına değil kalplerimize ve dillerimize yerleşmelidir. Ama ne yazık ki bu sorun; İslam dünyamızın birçok ülkesinde mevcuttur ve durum gün geçtikçe daha tehlikeli bir hale gelmektedir.-Yetmişli yılların edebiyatında sol ideoloji baskındı. Örneğin Tahar Ouettar ve Rachid Boudjedra gibi edebiyatçılar da bunu görebiliriz. Seksenli ve doksanlı yıllarda ise farklı konular ele alınmaya başladı. Sizce bu ideolojilerin yıkıldığı ve edebiyatın onlardan vazgeçtiği anlamına mı gelmektedir? Yazmada ideolojilere güvenirseniz bu,yaratıcı yazımda kaybetmeye mahkumsunuz demektir. Ancak adalet ve özgürlük gibi değerleri savunmak insanı başkadır. Çünkü bu insanı savunmaktır. Yazmak; güzelliği, özgürlüğü, adaleti, sosyal adaleti, kişisel özgürlüğü savunmaktır. Bana göre genel olarak yazmanın amacı da budur. Doğal olarak yetmişli yıllarda  baskın olan ideoloji solcu ya da sosyalist düşünceydi. Dolayısıyla siyasi düzeyde bu ideolojinin baskın olması yazıyı da etkilemiş ve onu estetik olan her lşeyden uzaklaştırmıştır. Şahsen yetmişli yıllarda bile sürünün dışında olmayı seçtiğimi belirtmeliyim. O dönemde adaleti sosyalist bir ideoloji olarak değil de bir değer olarak savunduğum için beni bir burjuva veya liberal olarak görürlerdi.

مشاركة :