Siyasal İslam meselesi

  • 2/23/2019
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

Rusya, 1917’deki Ekim Devrimi dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’ndan (1914-18) çekilmiş ve Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te Osmanlı hilafetinin kaldırıldığını ilan etmişti. Böylece pek çok Arap ülkesinde İngiltere ve Fransa sömürgeciliğinin kontrol ettiği yeni gerçeklik ile karşı karşıya kalındı. Aynı zamanda 19.yy’ın ikinci yarısında Cemaleddin Afgani (1838-1897) ile onun öğrencisi Şeyh Muhammed Abduh (1849-1905) öncülüğünde gerçekleşen ‘dinî reform ve yenilik hareketi’ kalıntılarından hareketle siyasal İslam düşüncesi oluşmaya başladı. Müslüman Kardeşler, 20.yy’daki siyasal İslam oluşumları kapsamındaki ilk hareketti. Hareket, 1928 yılında Hasan el-Benna (1906-1949) tarafından İslamcı siyasi bir örgüt olarak İsmailiye şehrinde kuruldu ve 1932 yılında ana merkezi Kahire’ye taşındı. El-Benna, kapitalizm ve sosyalizmin Müslümanlara hizmet etmediğini dillendiriyor, ‘Çare İslam’dır’ diyordu. Hareketin kurucusu el-Benna, henüz 28 yaşında bile değildi ve onun zamanında din âlimleri ve siyasi liderlerin saygınlıkları vardı. Üstelik Mısır, 1882 yılından beri İngiltere’nin nüfuzu altındaydı ve iktidardaki Hidiv ailesi (1805-1953), istibdat rejimine meyilliydi. Hayat mücadelesine yeni girmiş genç bir öğretmen, nasıl oluyor da ‘rehber’ adına layık görülüyor, genel anlamda siyasi gerçeklikle uzlaşmaz ve mevcut olan diğer siyasi güçlerle çatışır düşüncelerden hareketle faaliyet yürüten İslamcı bir siyasi hareket kurabiliyor. Hem de kendisine faaliyet, hareket, yayılma ve yüzleşme özgürlüğü veren özel bir destek olmaksızın. Bu konu üzerine bizzat kafa yoran herkesin varıp varabileceği sonuç ya da hakikat şudur, İngiltere’nin Kahire Büyükelçiliği, İhvan ile irtibat halindeydi. Geçmişin gerçekleri ile bağlantılı mevcut gerçekleri ele alalım. İngiltere Başbakanı David Cameron, (2010-16) 31 Mart 2014 yılında İhvan hakkında ‘resmi inceleme’ yapılmasını istemiş ve rapor, 17 Aralık 2015 yılında çıkarılmıştı. Söz konusu raporun şu 16. maddesi, bizim yukarıda öne sürdüğümüz iddiayı destekliyor; “Hasan el-Benna, şiddet yoluyla elde edilen siyasi çıkarı ve bu bağlamda İhvan’ın saldırılar düzenlediğini kabul etti ki Mısır’ın sembol isimlerine karşı işlenen siyasi suikastlar da bu kapsamdadır.  Hem İngiltere hem de Yahudi tarafının onun yaşamı boyunca devşirdiği bir çıkar vardı; bu işin gizli yanı. Bir de aleni yanı var. Şöyle ki Müslüman Kardeşler, halkçı ve çoğunlukçu bir kuluçka makinesi idi zira düşünceleri, yoksulluğun hüküm sürdüğü geri kalmışlık ve cehaletin yayıldığı Arap-İslam toplumlarının özeti olan bir toplumda akıldan çok duygulara hitap ediyordu. Bu yüzden İslam’ın diriltilmesi ve şeriatın, çağın gereklerine ayak uyduracak modern bir anlayışla uygulanması fikri, diğerlerini olağanüstü bir hızla harekete doğru yöneltti. Halbuki el-Benna ve cemaati daha yolun başındalardı. El-Benna, ‘dinî reform ve yenilik hareketinden’ etkilenmiştir Özellikle de Kahire’deki Daru’l-Ulum Fakültesi’ne taşındığı sırada bu hareketin son lideri Muhammed Reşid Rıza (1865-1935) kendisi üzerinde epey etki bırakmıştı. Bununla beraber Hasan el-Benna’nın dinî reform sınırlarını aşan siyasi hedefleri de vardı ve bu sayede görüşleri, geniş bir katılımla karşılaşarak hareketi, tehlikeli bir siyasi boyut kazanmaya başladı. Nitekim Müslüman Kardeşler, bir yandan kendisini yarışa ve sonra da karşıt siyasi güçlerle çatışmaya iten toplumsal ağırlık haline gelirken diğer yanda İngiliz sömürgeci ve Kraliyet sarayı ile bağlantılı geçmişi öylece duruyordu. Bunun bir sonucu olarak Başbakan Mahmud Fehmi en-Nukraşi (1888-1948), 9 Ocak 1948’te 63 no’lu o askeri kararı çıkardı. Kararda ‘devlet güvenliğine karşı kışkırtıcı eylemlerde bulunma suçlamasıyla Müslüman Kardeşler hareketinin dağıtılması, mallarına el konulması ve liderlerinin büyük bir bölümünün tutuklanması’ isteniyordu.    El-Benna, Devlet Konseyi önünde yaptığı savunmasında suçu İngiliz sömürge kışlalarına atmaya ve bu komplonun kurulmasında Kraliyet ailesinin parmağı olduğunu ispatlamaya çalıştı ancak başarılı olamadı. Kararın üzerinden yirmi gün geçmişken Müslüman Kardeşler cemaati, İçişleri Bakanlığı konutunda Nukraşi Paşa’ya suikast düzenledi. Katil Abdülmecid Ahmed, bir polis kıyafeti ile kılık değiştirdikten sonra İhvan hareketinin ‘özel ekibine’ mensup olduğunu itiraf etti. El-Benna, inkâr edip olayı kınayan bir açıklama yayınladıysa da bu eylemin karşı atağı 12 Şubat 1949’da geldi ve el-Benna, Kral Faruk’a (1936-1952) bağlı gizli polis ekibinden birinin kurşunuyla suikasta uğradı. Mısırlı yetkililer, Hasan el-Benna’nın cenazesinde erkek bulunmasına izin vermediği için tabutu ailesindeki kadınlar tarafından taşındı. İhvan, 26 Ekim 1954 yılında, İskenderiye’deki meydanda konuşma yaptığı sırada Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’a (1956-1970) yönelik gerçekleştirdiği başarısız suikast girişiminden sonra bir kez daha dağıtıldı. Suikastın öncesinde İhvan, Abdunnasır’ın imzaladığı ‘Tahliye Anlaşması’nı İngiliz işgalinin ülkeye yeniden dönmesine zemin hazırladığı şeklinde yorumlamıştı. Operasyonun uygulayıcısı, İhvan’ın gizli örgütünün bir üyesi olan Mahmud Abdullatif idi. Hasan el-Benna’nın damadı Said Ramazan’ın ise İngiltere Elçiliği ile yapılan operasyonla bağlantısı vardı. İngiliz tarihçi-yazar Stephen Dorrell, ‘MI6: İngiliz İstihbarat Servisinin Gizli Dünyasına Dair Bir Macera (2000)’ adlı kitabında bu meseleyi kaleme aldı. Kitabın yazımında İngiltere, ABD, Almanya ve İsviçre istihbaratının Said Ramazan’ın Batılı istihbarat servisleriyle olan işbirliğine dair belgelerini dayanak göstermiş. Kitabında şöyle diyor: Muhammed Necib’in Cemal Abdunnasır ile çekişmesinin ardından terazinin kefesi Abdunnasır’ın lehine ağırlaştı. Abdunnasır, İngiliz güçlerini Mısır’dan tahliye etmeyi başardı. Bunun üzerine MI6, Abdunnasır’ın düşürülmesi için plan yaptı ve aradığı kanı Müslüman Kardeşler içerisinde bularak Said Ramazan üzerinden işbirliği yaptı. Yazar, ‘MI6: Önemli Görevlerden Oluşan 50 Yıl (2001)’ adlı başka bir kitabında ise Müslüman Kardeşler’in Batılı istihbarat servisleri ile gerçekleştirdiği işbirliğinden bahsediyor.   Cemal Abdunnasır’ın kararında, “İhvan’ın ön saflarında bulunan bir topluluk, dinin insanlar üzerindeki etkisinden, Müslüman gençlerin masumiyeti ve coşkusundan faydalanarak bu cemaati kişisel arzuları ve çıkarları için kullanmak istediler ve ne din ne de vatan konusunda samimiydiler” ifadeleri yer alıyordu. Müslüman Kardeşler’in üçüncü kez dağıtılması 2 Eylül 2013 tarihinde oldu. Bu tarihte İdare Mahkemesi, Müslüman Kardeşler hareketinin kaydını dondurma kararı alarak sivil kurumlar ve cemaatlere ilişkin 2002 senesinde çıkarılan 84 no’lu yasanın 44 ile 45. maddesine göre topluluğun dağıtılmasını, genel merkezinin kapatılmasını ve tasfiye edilmesini talep etti. Komplo teorisi ve Batılı istihbaratlarla bağlantılı suçlayıcı dilden uzak durursak Müslüman Kardeşler ile Batı arasındaki ilişkinin siyasi menfaat ve karşılıklı kullanım esasına dayalı olduğunu söyleriz. Bu ilişkinin yürürlükte olduğu zaman dilimlerinde kazanan Batı; kaybeden ise her daim Müslüman Kardeşler olmuştur. Niye mi? Bunun birkaç sebebi var:  Birincisi: Batı, Müslüman Kardeşler’i Soğuk Savaş döneminde komünizme; Arap Devrimi süresince de milliyetçi hareketlere ve Batı politikaları ile uyuşmayan ulusal rejimlere karşı kullandı. Böylece İhvan, on yıllar boyunca kendisini doğrudan iktidara taşıyacak özerk bir siyasi karar mekanizmasına sahip olamayan bir araç özelliğini sürdürmüş ve siyasi anlamda gölgede kalmıştır. İkincisi: İktidara gelmek amacıyla dini, siyaset ile ilişkilendirdi ve tersi olacakken din, siyasetin hizmetine girdi. Bu durum gerek Müslüman Kardeşler gerekse diğer siyasi dini akımlar, cemaatler ve partiler örneğinde siyasal İslam’ın en önemli meselesi kabul edilir. Üçüncüsü: İslami düşüncenin siyasi, yaşamsal ve toplumsal olana karşı kullanılması, belirli bir dini siyasi topluluğa özgü anlayışlar, düşünceler ve inançlardan ötürü mevcut ile ilahi olan arasında çatışmalar doğurur. Mesela Müslüman Kardeşler ile toplumun diğer kesimi, karşıt görüşlere ve düşünce yapılarına sahiptir. Böyle olunca toplum içindeki anlaşmazlığın kökeni siyasette değil dinde aranacak. Siyaset, hatalara açıktır ama din, tarafsızdır ve şüphe barındırmaz. Bu durum çoğunlukla siyasal İslam’ın uygulamada başarısız olmasına yol açar. Dördüncüsü: Siyaset, sadece dünyevi gerçeklikle sınırlı süreli bir iktidarken din, dünyevi hayatın ötesine geçen ruhsal bir iktidardır. Bundan dolayı bu iki iktidarı tek bir iktidar rejiminde bir araya getirmek, siyasetten çok dine zarar veren bir sorun yaratır ve topluma yansımalara olumlu değil olumsuz olur. Tıpkı daha önce Roma Papalıklarında ve şu an İran İslam Cumhuriyeti’ndeki ‘Yüce Rehberlik’ iktidarında olduğu gibi. Beşincisi: Hem din hem de siyasetin birey, toplum ve insanlığa karşı kendi alanları vardır. Birini diğerinin içine katma gibi bir gereklilik de yoktur. Dini siyasete alet etmeye çalışanlar ya da siyaseti din edinenlere gelince onlar, vizyonları ile ilişkili oldukları ölçüde yalnızlar. Tüm sonuçlar onların başarısızlığına delalet ediyor. Örnek vermek gerekirse ABD işgalci ile işbirliği yaptıktan sonra 2003 yılından beri Irak’ta iktidarda olan siyasi dini partiler var. Siyasal İslam’ın yöntem ve düşünce bakımından boğuştuğu öz meseleler, onun için başarısızlığı zorunlu hale getiriyor. Aksini istiyorsa bir mesele ve eylem olarak dini siyasetten ayırması gerekir ki böylesi bir karar onun teorik ve pratik kurallarının dayandığı temelin çökmesi anlamına gelir. Öyleyse başarısızlık, siyasal İslam için genel anlamda kaçınılmaz olmaya devam edecektir. Kalıcılık ve süreklilik fikri ise gizli çalışmayı sürdürmesi üzerinden olur. Böyle bir durum ise büyük oranda iktidar dönemindeki önceki olumlu yönlerden elde edilen kazanımlara bağlı olur. Burada iktidarını kaybeden bazı siyasi partilerin bu kaybının çeşitli düzlemlerde halka sunduğu hizmetlere bağlı olduğunu görürüz. Bu noktada ise siyasal İslam’ın başka bir meselesi öne çıkar. Zira dini siyasi partilerin iktidar tecrübeleri, önceki halleri ile olumsuz anlamda zıtlaşır. Irak’taki İslami Davet Partisi (2005-2018) ile Tunus’taki Nahda Hareketi gibi. İran’daki İslamcı rejimin tecrübesinden de bahsedelim. 1979 yılından günümüze değin aşağıdaki şu resmî sonuçları görüyoruz: İran nüfusunun yarısı yani 40 milyon insan fakirlik sınırında. Bunun %50’si ise fakirlik sınırının altında. Uyuşturucu bağımlılığının oranı, toplam nüfusun yüzde %10’una denk. Yani 8 milyon insan toplum içerisinde aktif değil. Büyük sanayi şehirleri dışındaki işsizlik oranı işgücünün %55’ine yükseldi. Mali, idari ve ahlaki yolsuzluk oldukça yaygın ama özellikle iktidardaki dindar tabaka arasında. Farisi kökenli olmayan Ahvaz, Kürdistan ve Belucistan gibi bölgelerde kamu hizmetleri oldukça geride. Bu buzdağının görünen kısmı. Böyle İslami rejim mi olur? Mezhepçi, ırkçı ve terör yanlısı politikaları ile İran halkına olduğu kadar bölge ülkelerinde Arap halklara da eziyet ediyor. İktidarın ipini kaçırsa bir daha geri alabilir mi? Biraz araştırma ve okuma yaptığımızda şu kaçınılmaz sonuca varırız: Siyasal İslam, başarısızdır ve hiçbir Arap ve İslam ülkesinde geçerli bir siyasi sistem olması mümkün değildir. Diyelim ki sonuçlar, mevcut durumun tersi; yani istikrar, ilerleme ve refah söz konusu, o zaman siyasal İslam’ın başarısını ve geçerliliğini kabul etmek ahlaki, akli ve mantıki bir gereklilik olur. Gelgelelim gerçeklik bu şekilde değil. Zira dini siyasi partiler, hareketler ve grupların sebep olduğu başarısızlığın, geri kalmışlığın ve zayıflığın göz alıcı parlaklığı ortada. İşte bu yüzden temelleri, dinin siyasete alet edilmesi ve siyasetine din hesabına yapılması meselesine dayandığı sürece siyasal İslam’ın bir geleceği yok. Neredeyse bir asır boyunca kayda değer hiçbir farklılık olmadan kendini tekrarlayan tablo bu!

مشاركة :