Rasyonel düşünmenin zorunluluğu!

  • 5/22/2019
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

Bugün bölgemiz, her zamankinden daha fazla rasyonel düşünmesi gerekiyor. Zira İran ve ABD arasında sözlü ve silahlı gerilim arttı. İran, Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki (BAE) el-Fuceyra limanında bulunan gemilere ve Suudi Arabistan’daki petrol pompa istasyonlarına yönelik saldırıda Husileri kullandı. Belki de bu, Tahran’ın 1979 İran devriminden bugüne kadar bölgesel ve küresel güvenliğe apaçık bir tehlike oluşturduğu şeklinde tercüme edilebilir. Jeopolitik ve jeostratejik nedenlerden dolayı Tahran; Körfez ve Hint Okyanusu’nda yer alan komşu Arap ülkelerine bir tehdit oluşturdu. İran’ın Irak, Afganistan, Suriye, Lübnan, Yemen, Filistin ve Körfez Arap ülkelerine karşı eğilimlerinde bu tehdit apaçık bir şekilde ortaya çıktı. İran’ın büyüklüğü, nüfusu, Körfez sahillerine uzanan coğrafyası, bölgesel mesaj ve görev duygusu; tüm bu faktörler, İran nezdinde saldırgan ve emperyalist eğilimlere yol açtı. İslam devrimi ise, bu faktörlere, komşularına yönelik saldırgan stratejik eğilimlere sahip hamaset ve asabiyet unsurlarını ekledi. Bundan dolayı İran, sınır ötesinde kullanılan diplomatik, siyasi ve askeri beceriler inşa etmekten vazgeçmedi. Bu çerçevede İran, uluslararası itibarını artırmak ve bölgesel anlamda gittikçe büyüyen tehlikeli ve saldırgan politikasını örtbas etmek için nükleer silah geliştirmeye başladı. Diğer yandan İran, ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında nükleer programını askıya almak için bir anlaşma yapmak amacıyla uluslararası büyük güçleri (Güvenlik Konseyi’ne 5 daimi üye devlet + Almanya) müzakere masasına oturmaya teşvik etti. Tahran, bu anlaşmaya dayanarak Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’e el uzatabileceği çıkarımında bulundu. BAE ve Suudi Arabistan’a yönelik faaliyetlerine ve diğer bölge ülkelerindeki terör desteğine şahit olduğumuz gibi İran, saldırılarda Yemen ve Husileri kullandı. Öte yandan Donald Trump yönetimindeki ABD, Barack Obama yönetiminden farklı politikalar izlemeye başladı. Trump, 8 Mayıs 2018 tarihinde İran’la yapılan nükleer anlaşmadan ayrıldı. Trump, anlaşmadan ayrılma kararının ardından bir dizi önlemler aldı. İran’a ekonomik yaptırımları yeniden getirdi. İran’ın petrol ihracatını sınırladı. İran Devrim Muhafızlarını terör listesine ekledi. Nükleer enerjinin barışçıl kullanımıyla ilgili imtiyazları sınırladı. Trump, tüm bunlara ek olarak ABD’nin Körfez’deki askeri varlığını artırdı. ABD, İran’a yönelik yaptırım derecesini İran’la iş yapmaya devam eden ülkelerin iş yapmasını yasaklayan ikinci seviyeye çıkardı. Bu durumda Avrupa ülkeleri, İran’la iş yapmayı durdurmak zorunda kaldı. Tüm bu önlemlere tepki olarak İran, nükleer programının bir bölümüne yeniden başladığını duyurdu. ABD ise askeri varlığını artırarak İran’a tepki gösterdi. ABD Başkanı Donald Trump, yeni bir anlaşma yapmak için İran’la müzakereye hazır olduğunu dile getirmesine ve Dini Lider Hamaney’in ülkesinin savaş istemediğini açıklamasına rağmen İran, müzakere yapmayı reddetti. Mevcut fotoğraf şu şekildedir: Tüm taraflar, savaş istemediğini ifade ediyor. Aynı zamanda taraflar, askeri ve siyasi gerilimden vazgeçmiyor. Ayrıca İran, istikrarsızlık çıkartmak ve bölge ülkelerini tehdit etmek için bölgedeki ajanlarını kullanıyor. Bu durum, büyük kriz anında karar vermeyle ilgili oyun teorisinde “tutsak ikilemi” olarak adlandırılır. Tutsak ikileminde fail, bedeli ağır iki seçenek dışında başka bir seçimde bulunamayacağı bir sahneyle karşı karşıya kalır.   Mevcut durumda Arap ülkeleri, ajanları aracılığıyla(Irak’ta Haşdi Şabi, Suriye ve Lübnan’da Hizbullah ve Yemen’de Husiler) bölgesel genişlemeye devam ederek İran’ın nükleer programına geri dönme girişimini ve politikalarını kabul edemez. Diğer yandan bölgenin Arap Baharı’nı takip eden büyük istikrarsızlık sürecini yaşamaya devam ettiği bir zamanda ABD-İran arasındaki askeri çatışma, bölgede istikrarsızlığa yol açacaktır. Bu seçeneğin Arap ülkelerinin ciddi reform sürecine başladığı bir zamanda gündeme gelmesi, bu seçimi daha da zorlaştırıyor. Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn, Ürdün, Fas ve Tunus gibi ülkeler, bu süreçte politik, ekonomik ve kültürel bakımdan son derece zorlu kararlar aldı. Aynı şekilde Irak, Kürt bağımsızlık girişiminin başarısız olmasının ve Irak ulusal devletine tekrar vurgu yapılmasının ardından birazcık olsun yeniden iyileşmeye başladı. Fakat bu zorlu iki seçenek, hem kişisel güç hem de İran’a etki unsurlarını pekiştirmeye başlayan stratejik düşünmeyi devre dışı bırakmak anlamına gelmiyor. Suudi Arabistan ve BAE, Husiler –ki Husilerin İran’a bağlı olduğundan hiç kimse şüphelenmiyor- tarafından yapılan saldırıyı görüşmek için Güvenlik Konseyi’ne başvurdu. Güvenlik Konseyi’ne başvurma kararı, Arap ve İslam ülkeleri için önemli bir karar sayılmaktadır. Bu karar, İran’ın meşru bir şekilde mevcut durumu Tahran ve Washington arasındaki bir çatışma olarak tanımlama girişimini bertaraf edecektir. Nitekim meydana gelen olay, iki Arap ülkesine yönelik apaçık bir saldırıdır. İran’ın onayı ve desteği olmadan bu saldırının meydana gelmesi mümkün değildir. Fakat bu politik ve diplomatik karar, son karar olmamalıdır. En nihayetinde dörtlü koalisyon ülkelerinden oluşan Arap gücü, her şeyden önce İran için caydırıcı bir unsur olabilir. Aynı zamanda Arap gücü, bireysel kararlarının bölgenin istikrarını uzun yıllar etkileyeceği konusunda ABD’ye yönelik bir mesajdır. Nitekim ABD, Filistin meselesi ve Suriye’ye ait işgal edilen Golan Tepeleri’yle ilgili bireysel kararlar aldı. Terör grupları vasıtasıyla yaptığı saldırıları durdurması, Arap ülkelerinde huzursuzluk ve istikrarsızlık çıkartmak için ajanlarını kullanmayı bırakması, nükleer silah üretme girişimine tamamen son vermesi ve bölgesel krizlerle ilgili uluslararası kararlara bağlı kalması ise İran’a yöneltilen mesajlardır. Aslında İran, göründüğü kadar dirençli değildir. Çünkü İran, içerde büyük bir ekonomik kriz yaşıyor. Bu da İran rejimini politikalarını sürdürmeye teşvik etmiyor. Üstelik İran, çeşitli ırklara, dillere ve mezheplere sahip bir ülkedir. Şu anki ya da geçmiş tecrübesine bakıldığında İran, nükleer silaha sahip olmasını ya da nüfuzunu ve etkisini sınır ötesine taşımasını dünyaya kabul ettirecek bir durumda değildir. Bundan dolayı bölgelerin ve çıkarların iç içe geçtiği durumu ele almak için rasyonel Arap düşüncesine ihtiyaç vardır. İletişim kanalları, müttefiklere açık olduğu gibi düşmanlara da açık olmalıdır. Hatta uluslararası medya organlarının göz ardı edilemeyecek derecede aktif olduğu bir zamanda hak ve batılın birbirine karışmaması için tüm dünyayla iletişim zorunludur.

مشاركة :