Tahran’a karşı tek çözüm İran muhalefetini ciddi bir şekilde desteklemektir

  • 6/6/2019
  • 00:00
  • 4
  • 0
  • 0
news-picture

Mekke’de düzenlenen üç zirvenin bütün karar ve açıklamalarında Araplar ve Müslümanlar, İran ile kardeşlik ilişkilerine yönelik gerçek arzularını ortaya koydular. Elbette bunu, İran’ın mevcut Humeyni dönemi gibi rahatsızlık verici birçok şeyin yaşandığı Safevi devletinin mirasından uzak olması gerektiğine işaret etmeden yaptılar. Bunun yanında bu gerçek istek ve ciddi beklentinin dayanak noktasını zengin ortak medeniyet tarihin oluşturması gerektiğini vurguladılar. Bu ortak medeniyet, uzun yıllar devam eden ve geçmişte Yunan ve Çin medeniyetleri de dahil bütün dünya medeniyetlerinin en önemlisi ve gelişmişi kabul edildiği bugünde halen bu durumu sürdüren iki büyük kültürün, yani Arap ve Fars kültürlerinin buluşması ve karışmasının bir ürünüdür. Doğrusu Arapların hepsi olmasa da büyük bir çoğunluğu Humeyni devriminin 1979 yılının şubat ayındaki elde ettiği zaferi, İranlıların kendisinden bile daha fazla sevinç ve coşku ile karşılamışlardı. Yine Humeyni’nin Irak’tan uzaklaştırılmasına İranlılardan daha çok kızmışlardı. Bu durum, Şiilerden çok Sünni Araplar için geçerliydi. Ehl-i Sünnet “bölgesi” olan, Filistin direnişinin merkezi Batı Beyrut’ta, Cemal Abdunnasır’ın yıldızının en çok parladığı dönemlerde sahip olduğundan bile daha popüler olan İran’ın bu “değişimi” için kutlamalar yapıldığını hatırlıyorum. Öyle ki “Filistin’in Sesi” radyosu, nakarat bölümünde “Humeyni rüzgarları esti ya da bir zamanlar” gibi ifadelerin yer aldığı bir marşı çalıp durmuştu. Merhum Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat kendisini ve ona bağlı güçlerin, bilhassa Güney Lübnan’dan çıkarmak için yapılan ve elbette başta İsrail olmak üzere Arap ya da yerli taraflardan gelen çeşitli tehditlerin baskısı altında olmasına rağmen hemen Tahran’a gitmeye hazırlandı. Bu ziyaretin amacı ilk olarak yeni durumu incelemek, ikincisi ise bölgenin tamamında bir deprem etkisi yaratan ve Fetih Hareketi’nin çok erken bir dönemde kendisi ile ilişkiler kurduğu bu devrimin liderini kutlamaktı. Humeyni daha devrim öncesinde Fetih Hareketi’ni “cihatçı” bir hareket olarak niteleyerek “zekatların” Filistinlilere verilmesi gerektiği yönünde bir fetva vermişti. Yaser Arafat (Ebu Ammar) Suriye uçağı ile gittiği ve rahmetli Şeyh Zayed bin Al-Nahyan’ın özel uçağı ile döndüğü Tahran’da, her ne kadar o dönemde konu ile ilgili birçok sorun olsa da –ki bunlar halen çözülememiştir- ev sahiplerinin Suudi Arabistan’ı ziyaret önerisini kabul etmekte tereddüt etmedi. Doğrusu işgal altındaki Arap Ahvaz sakinleri de bu devrimi ve liderini bizzat Farslılar ve İran devleti içerisindeki diğer ulusal oluşumlardan çok daha büyük bir çoşku ile karşılamışlardı. Çünkü kurtuluşlarının yakın olduğunu zannediyorlardı. Ama bu umutları çok geçmeden boşa gitti ve onlar için eski ile yeni arasında hiçbir fark olmadığı ortaya çıktı. Devrimin başlangıcından bu yana geçen yıllar, eski ve yeni rejimin de birbirinin eşi olduğunu ve sarıklılar ile İran şahı arasında hiçbir fark olmadığını kanıtladı. Önemli olan Ebu Ammar’ın gerçekte Filistinlilerden çok Arapları temsilen gerçekleştirdiği bu ziyaretinde ülkeyi geçici olarak Alavi medresesinden yöneten Humeyni’ye fısıltı ile yeni ve ümit verici İran’ın BAE devleti, halkı ve bütün olarak Arap ümmeti ile kardeşlik ilişkilerini canlandırmak için BAE’ye ait Ebu Musa ve Tunb adalarından vazgeçmesini önerdi. Ama Arafat, Humeyni’nin öfkeli bir şekilde “Kesinlikle hayır! Bu adalar İran’a aittir ve öyle de kalacaktır” sözleri ile şaşkınlığa uğradı. Bu ziyaret sırasında kendisine eşlik edenlerin arasında ben ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas da vardı. Yaser Arafat bizlere bu sözler üzerine gerçekten hayal kırıklığına uğradığını ve o anda bu devrime çok da güvenilmemesi gerektiğini anladığını söylemişti. Aslında İranlılar geçmişte ve halihazırda İslam dininin Araplarla ortak noktada buluşturduğu bütün uluslarla karşılaştırıldığında Arap kültür ve medeniyetinden en çok etkilenen ulustur. Bunun kanıtı da Şahinşahlar döneminden Humeyni devrimine kadar Farsçanın maruz kaldığı “temizlik” operasyonlarına rağmen ister günlük hayat, bilim, siyaset ve kültür alanında olsun isterse her alanda Arapçanın halen kendisine hakim olmasıdır. Bunun en iyi örneği de İranlıların “Arap tarihlerinden” kaçmalarına – ki bu kaçış günümüzde zirveye ulaşmıştır- rağmen bütün füzelerinin adının Arapça olmasıdır. Örneğin; Zilzal, Fatih, Şihab, Fecr, Siccil, Halic, Aşura, Sumar, Misak, Tufan, Ra’ad, Nur, Mırsad ve Zehra gibi. Dolayısıyla bazılarının halen hatırladığı gibi ülkeler ya da partiler olsun bazı Arapların İran’ın Humeyni devrimine olan güvenleri, 8 yıl süren Irak-İran savaşı döneminde bile sürmüştü. Arapların çoğu için bu durum ancak İran’ın iç işlerine müdahaleleri artırmasından, İranlıların 4 Arap başkentini kontrol etmekle övünmeye başlamalarından, Velayet-i Fakih devletinin Suriye, Lübnan, Yemen, Gazze ve elbette Irak’ta farklı adlandırmalar ve isimler altında büyük ordulara sahip olmasından sonra değişmeye başladı. Bilindiği gibi Tahran, silahlı küçük devletler haline gelen bilindik mezhepçi oluşumlar adı altında birçok Arap ülkesinde yürüttüğü genişleme stratejisini eski stratejisi ile değiştirmeye başladı. Bu strateji de doğrudan savaş ve askeri darbelerdir. Buna bir de “Safevi” kavramları ve emellerine dönüş çabaları eşlik etmiştir. Bu yöndeki gerçek korkuları daha çok artıran şey ise İran’ın Irak savaşı sırasında İsrail silahlarını kullanmakta tereddüt etmemesidir. Ayrıca Rusya Dışişleri Bakanı Yardımcısı Mihail Bogdanov’un yaklaşık 2 ay önce yaptığı açıklamasında, Beşşar Esed’in kendisinden İsrail Başbakanı’na Suriye’de Alevi bir devletin kurulmasının İsrail için hiçbir tehlike oluşturmayacağını iletmesini istediğini belirtmesidir. Bu konuda işaret edilmesi gereken nokta şudur; her ne kadar ABD Başkanı Trump bunu reddetse de eğer ABD gerçekten de İran rejimini yıkmak istiyorsa bunun için Körfez bölgesinde gerçekleştirdiği bütün bu askeri gösterilere ihtiyacı yoktur. Bunun yerine “Halkın Mücahitleri Örgütü” ile Araplar, Kürtler, Beluçlar ve Lurlar gibi azınlıklar, orada bulunan ve sessiz çoğunluğun temsil ettiği İran muhalefetini destekleyebilir. Nitekim bu grupların arasında ve ülkede gerçek ve fiili bir hoşnutsuzluk dalgası olduğuna yönelik sadece tahminler değil, kesin bilgiler de bulunmaktadır. Bu hoşnutsuzluk dalgasının ve muhalif oluşumların karşı karşıya olduğu en büyük tehlike ise ABD’nin İran’a karşı bir medya kampanyası yürütmeye başvurmasıdır. Çünkü bu kampanya geçici bir süreliğine de olsa halkın İran rejimi etrafında birleşmesine yol açacaktır. Bunun bilindik birçok örneği vardır. Eğer ABD gerçekten de – Trump’ın açıklamaları ve vurgulamalarının aksine- İran rejimini düşürmek istiyorsa yapması gereken fiili olarak İranlıların bütün oluşumlarıyla bir Arap ülkesi olan Suriye’den çıkması için muhalefeti desteklemektir. Çünkü İran’ın Suriye’den çekilmesi kesinlikle Beşşar Esed rejiminin düşmesine yol açacak, dolayısıyla İran da Irak, Lübnan, Yemen ve bütün bölgeden çekilmek zorunda kalacaktır. Kısacası ABD’nin bütün bu göstermelik askeri hareketlerinin ve boş tehditlerinin mollalar rejiminin bazı bölge ülkelerine müdahalelerini pekiştirme ve oradan diğer ülkelere müdahale etme gücünü artırmaktan başka bir işe yaramadığını anlamasının zamanı gelmiştir. Ancak gelinen noktada Trump’ın “çekimser” açıklamalarının İran rejiminin rahat bir nefes almasına neden olduğunu da dikkate almalıyız. Şu anda İran’ın durumu ne yazık ki “Seni öldürmeyen şey güçlü kılar” sözünde olduğu gibidir.

مشاركة :