İki olay medyada hak ettiği ilgiyi görmedi. Bunlardan ilki, Temmuz 2006 savaşının yıldönümü münasebetiyle Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallahın Temmuz ayı ortasında Al-Manar TV kanalına verdiği röportaj. Diğeri ise geçen hafta Hamas heyetinin İrana gerçekleştirmiş olduğu ziyaret. Hamas heyetinin ziyaretinden birkaç gün önce gerçekleşen Nasrallahın röportajı yeni bir içerik taşımamasına rağmen önemi daha ziyade zamanlaması, açıklığı ve kapsamında yatıyor. Zira Tahran ve Washington arasındaki gerginliğin arttığı bir dönemde gerçekleşti. Nasrallah bir kez daha tüm imkânları ile İranın emrinde ve yanında yer aldığı açıkça ilan etti ve şunları söyledi: “Herkes bilmeli ki şayet bir savaş çıkarsa tüm bölge için yıkıcı bir savaş olacaktır. İrana karşı savaşa katılacak veya topraklarını bunun için kullandıracak her ülke bedelini ödeyecektir.” İslami direnişin İsraili tamamen yok edebilecek güce ulaştığını ve sahip olduğu güdümlü füzelerle onu Taş Devrine döndürebilecekleri vurguladı. Filistin topraklarının tamamını “saçma” müzakereleri ile değil askeri çatışmalarla kurtardıktan sonra şu an işgal altındaki Kudüsteki Mescid-i Aksa’da namaz kılma konusundaki kararlılığını ve güvenini yineledi. Dikkat çekici olan, Nasrallah’ın Lübnan’ın dış politikasını tanımlayan bir yol haritası sunmasıdır. Ülkeyi, halkını, anayasal kurumları, siyasi partileri ve sivil toplumu tüm ideolojik ve politik geçmişiyle kendi şahsına ve partisine indirgemiş gözüküyor. Sanki bu ülkenin başbakanı, hükümeti, parlamentosu, demokratik parlamenter sistemi yok. İkinci gariplik, bu tutumların Lübnan siyasi arenasından sözlü olarak dahi olsa kınama babında herhangi bir ciddi tepki almamasıdır; partinin gücüne teslim olma kaçınılmaz bir kadermiş görüntüsü veriliyor. Ülkenin İran eksenine konumlanmasının da Lübnanın kaderi olduğu anlaşılıyor, zira Nasrallah ekseninden bir yorumcunun bir kereden fazla ve Beyruttaki ana televizyon ekranlarından biri aracılığıyla Suudi Arabistanı ziyaret etmeleri nedeniyle eski Lübnan politikacılarını kınaması buna delalet etmektedir, ilginçtir buna da kimse tepki göstermedi! Nasrallah’ın tutumları, beş yıl aradan sonra Hamas’ın Siyasi Bürosu Başkan Yardımcısı Salih el-Aruri’nin liderliğinde gerçekleşen ve İran’ın dini lideri Ali Hamaney ile bir araya gelinen Tahran ziyareti sonrası yapılan açıklamalarla bire bir uyuşuyor. Bu, Suriye kriziyle ilgili Şam ve Tahran rejimiyle yaşanan bazı ihtilaflardan bu yana Hamas liderlerinin Tahran’a ilk ziyareti değil, ancak Hamaney ile ilk kez bir araya gelinmiş oldu. El-Aruri’nin Ziyaret sırasında saf ettiği sözler Nasrallahın sözleriyle neredeyse bire bir aynı, bakın ne demiş: “Kendimizi, İranı destekleyen cephede en önde görüyoruz.” Filistin direnişinde geldikleri güce gelince, elde ettikleri ilerlemenin "işgal altındaki Filistin topraklarındaki her noktayı ve tüm hassas İsrail merkezlerini vurabilecek" noktaya ulaştığını vurguladı. Neden bu hedefi hemen gerçekleştirmediklerine dair herhangi bir açıklama yapmadı! Bakın Hamaney ne demiş:"Filistin halkı ilerleme kaydediyor... Mücadelelerinde taşları kullanıyorlardı, şimdi ise güdümlü füzelerle donatılmış durumdalar." Sonuçta röportaj ve ziyaret, İran’a olan destek ve yüzleşme saatinde- ki bunun saatine İran karar verecektir- İsraile zarar verebilecek güdümlü füzelere sahip olma etrafında şekillenmiş gözüküyor. Bu pozisyonlar birden fazla yönü ve çeşitli işaretleri içerisinde barındırmaktadır: Birincisi: Hamas, İranın genel olarak Suriye ortamına ve özellikle Sünni kesime yerinden etme hatta kökünü kazıma babında verdiği zararı görmezden gelerek kendini İranın direniş eksenine konumlandırmış, finansal olarak kendisini söz konusu rejime bağımlı hale getirmiştir. İkincisi, bu eksene taraf olanların kaygıları, kendi çevreleriyle sınırlı değildir artık, bu eksene dâhil olmanın maliyeti ne olursa olsun, kaygıların İran projesine hizmet etme ile ilgili olduğu çok açıktır. Nasrallah, İsrail’le ne zaman başlayıp ne zaman ve nasıl biteceği bilinmeyen bir savaş nedeniyle ülkesi, halkı, kendi mezhep mensuplarının görebileceği zararı hiçbir şekilde önemsememektedir. Hamas’ın liderleri, başka bir gezegendeymiş gibi davranıyor, Filistin’in içinde ve çevresinde olanları görmezden geliyorlar. Bunların arasında en önemlisi Filistin bünyesindeki bölünmedir. Filistin sahasındaki sorunlar ciddiyetini korumaktadır. Filistinliler ile İsrailliler arasında iletişim eksikliği halen devam etmektedir. Oslo Anlaşmalarından beri görmediğimiz gelişmelere tanıklık ediyoruz. ABD yönetimi Kudüsü İsrailin başkenti olarak ilan etti, elçiliğini Kudüs’e taşıdı, Suriye Golan Tepelerini İsrail’e ilhak etti. Yüzyılın Anlaşması ve sonuçlarının neler doğuracağı hala belli değil. Üçüncüsü: Abluka, yaptırımlar ve sürekli ertelenen savaşın gürültüsüne rağmen İran, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan’dan sonra halkayı tamamlamak için Filistin’e geri dönerek gücünü toplamaya başladı. Basında çıkan haberler, İran’ın Hamas’ı direniş eksenine katmak için çalıştığını gösteriyor. Böylece Washington ile müzakere masasına oturduğunda pozisyonunu güçlendirmek istiyor, zira bütün cephelerde her gün yeni bir pazarlık kartı biriktiriyor, Washington ile yaşadığı krizindeki boşluk döneminden faydalanmaya çabalıyor. Bu boşluk dönemi uzayabilir, özellikle saha savaşı uzak bir ihtimal gibi duruyor, ABD, İran tarafından çeşitli şekillerde sürdürülen sınırlı savaştan bile çekilebilir. Dördüncüsü: Bu pozisyonlar, ABDnin bölgeden çekilmesinin sonuçları olarak görülebilir. ABD’nin tutumlarındaki tutarsızlıklar, politikalarındaki belirsizlikler, hatta başarısızlıklar rakiplerinin güçlenmesine yol açarken müttefiklerinin ABD’ye güveni sarsılmıştır. Bu, genel olarak Batı ülkelerinin ve özellikle Washington’un, geçmiş deneyimlerden faydalanma ve bölgeyi Batı’nın hayal ettiği gibi değil de olduğu gibi anlamaya çalışma konusundaki isteksizliğini göstermektedir. Çözüme yönelik tüm girişimler, çözümü zor anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmak yerine yeni sorunlar ve çatışmalar yaratmakta, yangını söndürmek için yapılan her girişim, yeni diğer yangınların çıkmasına neden olabilmektedir. Washington ve ABnin Tahran ve Washington arasındaki krize yönelik politikası, neredeyse her ikisinin de uluslararası kutup olma rolünü kaybedeceğe bir boyut kazandı. Bölgede gerekli olan ancak şu an için kaybedilmiş olan dengeyi koruma, bu rolün kaybedilmemesini gerekli kılmakta. Mevcut dengesizliğin faturası bir şekilde her tarafa yansımaktadır. Yaptırımlar İranı etkiliyor gibi gözükse de, Tahran, Arap ve Müslüman dünyalarında kaybettiği itibarı geri kazanmaya çalışmaktadır, bunun için de Filistin meselesine sahip çıkıyor görüntüsü vermeye çalışmaktadır, bu arada Mahmud Abbas tarafından temsil edilen ulusal yönetimin meşruiyeti de zayıflatılmaktadır. Öte yandan, Moskova, Suriye savaşı fırsatını değerlendirdiği gibi bölgedeki etkisini daha da güçlendirmek ve Washingtonun en son müttefiklerini kendisine çekebilecek sıcak ilişkiler kurmak için bu fırsatı da değerlendirmek isteyecektir. İranın etkisinin güçlendirilmesi, radikal cemaatlerin kendi küllerinden yeniden doğması anlamına gelecek, stratejik hamlelerle ayakta kalmaya çalışan Esed rejimi için de yeni bir çıkış kapısı olacaktır.
مشاركة :