Geçtiğimiz hafta boyunca haber bültenlerinin başlıklarını takip edenler, ABD-İran krizinin neredeyse haberlerin ilk sıralarından son ya da sondan bir önceki sıraya gerilediğini farketmişlerdir. Başlıkların birçoğu, nükleer anlaşma ve İran’ın bölgeye yönelik müdahaleleri yerine alıkonulan gemilere odaklandı. Bu haberlerin sonuncusu da Cebelitarık yönetimi tarafından el konulan İran petrol tankerinin serbest bırakılması ile ilgiliydi. Bu da genelde Batılı ve özel olarak da Avrupa ülkelerinin İran’a karşı kuşatma politikasına yöneldiğinin bir göstergesiydi. Hürmüz Boğazı’na hakim olan gerginliğe rağmen son gelişmeler; durumun yerinde sayma ya da bazılarının tanımladığı gibi “savaşın eşiğinde” durmaya ulaştığına ve ilgili taraflardan her birinin kendi yöntemince yeni duruma adapte olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Washington sakin bir biçimde ekonomik yaptırım savaşını sürdürürken Avrupalılar anlaşmazlıklarına rağmenTahran ile iletişim bağlarını koruyor. Tahran ise birçok uzmana göre kibir ve inadını sürdürme gücüne sahip gibi görünüyor. En fazla susanlar ise Arap ülkeleri. Dolayısıyla bugün var olan durumu şu şekilde özetleyebiliriz: İran istediğini yaparken mücadelenin diğer taraflarının buna karşılığı tepki gösterme ve çevreleme politikası ile sınırlı kalıyor. Bu da yerinde saymanın gelecek dönemin karakteristik özelliği olacağı anlamına geliyor. Arap ülkeleri, gemileri ve seyrüseferi artan ve tekrarlanan İran tehditlerine karşı korumak için Hürmüz Boğazı’na donanmalarını gönderirken İran, vekilleri aracılığıyla bölgedeki siyasi ve askeri savaşlarını sürdürüyor. Uranyum zenginleştirme oranını yükseltme tehdidini hayata geçiriyor ve ABD yaptırımlarını delmek için elinden geleni yapıyor. Yemen’de savaş halen olanca şiddeti ile sürüyor. İran’ın Husilere verdiği desteği geri çekeceğine yönelik hiçbir gösterge yok. Bunun en iyi kanıtı da Husi heyetinin Tahran’daki toplantı sırasında İran’ın Dini Lideri Ali Hamaney’e teslim ettikleri Abdulmelik Husi’nin mesajıdır. Suriye’den gelen haberler ise İranlı milis güçlerin, Suriye savaşı boyunca yaşanan savaşların en şiddetlisine tanık olan İdlib ve ülkenin kuzey cephesindeki çatışmalara katıldığı yönünde. Suriye’nin güneyindeki gelişmeler ile ilgili İsrail medyasında yer alan haberler, Rusya’nın İran ve müttefiklerini bu cepheden uzaklaştırma vaadini yerine getirmekte başarısız olduğuna işaret ediyor. Bu da birçok İsrailli analistin, Başbakan Binyamin Netanyahu hükümetinin politikasını eleştirmeye itmiştir. Haaretz gazetesinden Kyle Orton, Netanyahu’nun genel olarak Suriye krizi ve özel olarak güneydeki İran varlığına yönelik politikaları ve Rusya’nın vaatlerine inanması nedeniyle İsrail’i büyük tehlike ve zararlara maruz bıraktığını yazdı. Lübnan’da Hizbullah bir yandan içerideki mevzilerini güçlendirmeyi sürdürürken diğer yandan da liderleri Lübnan’a karşı yeni bir savaşa girişmesi durumunda İsrail’i yok etmek ile tehdit ediyor. Nitekim Hizbullah’ın Lübnan meclisi içerisindeki bloğunun başkanı Muhammed Raad yaptığı son açıklamada İsrail ile girişilecek bir sonraki savaşın işgal altındaki bütün topraklara uzanacağını ve işgal devletinin bütün şehirlerini hayalet şehirlere dönüştüreceğini vurguladı. İran Devrim Muhafızları Genel Komutanı Hüseyin Selami de Hizbullah’ın Suriye’deki savaşında, herhangi bir savaşta İsrail’i ortadan kaldırmasına yetecek güç ve yetenekler kazandığı açıklamasını yaparak Raad’ın sözlerini destekledi. Irak’ta ise Başbakan Adil Abdulmehdi’nin İran tarafından desteklenen Haşdi Şabi’ye bağlı milis güçlerin tasfiyesi ve Irak ordusuna katılımı ile ilgili kararı halen yürürlüğe giremedi. İran bu mesele ile ilgili tutumunu Abdulmehdi’nin kararının Haşdi Şabi’nin tam anlamıyla orduya entegre edilmesi değil de yeniden yapılandırılması anlamına geldiğini açıklamasını yapan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü aracılığı ile dile getirdi. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’nün bu açıklaması daha önce Dini Lider Hamaney’in birkaç kez yinelemiş olduğu “Haşdi Şabi’nin küçümsenmemesi” gerektiğine yönelik açıklamasının bir yansıması gibiydi. Yukarıda anlatılanlardan İran’ın kendisine üst düzey baskı ve ekonomik yaptırımlar uygulamayı sürdürmesine rağmen ABD’nin kendisi ile sadece müzakare değil diyalog da kurmak istediğini çok iyi okuduğu sonucuna ulaşabiliriz. Washington, Tahran’dan ne umut ediyor, Tahran Washington’dan ne bekliyor? Bu sorunun yanıtını bulmak için önce başka soruları yanıtlamalıyız: ABD’nin İran’a yönelik politikası, Ortadoğu ile ilgili politikasının bir parçası mıdır? Eğer bu doğru ise bu politika nedir? Washington’ın bu politikayı uygulamak için benimseyeceği araçlar nelerdir? Geleneksel olarak ABD’nin bölgeye yönelik dış politikasının itici unsurlarını petrol, İsrail’in güvenliği ve nükleer silahların yayılmasını önlemek oluşturuyordu. Bugün ise petrol kaynaklarını güvence altına almak birçok nedenden ötürü ABD’nin dış politikasının temel unsurlarından biri olmaktan çıktı. Aynı şekilde teknoloji ve Arap ordularının zayıflığı ve ona karşı bir tehdit oluşturma potansiyelinden uzak olmaları nedeniyle İsrail’in güvenliği de artık ABD’nin öncelikleri arasında yer almıyor. Dolayısıyla üçüncü unsur, yani nükleer tehdit bugün ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının eksenini oluşturur hale geldi. Bu tehditin kaynağı da İran’dır. Washington bölgeye yönelik politikalarını İran’a yönelik politikası ile özetliyor. Geçmişte ABD’nin bölgede yaşanan krizler karşısında benimsediği ve kararsızlık, belirsizlik ve isteksizlik olarak tanımladığımız politikanın aslında Obama’nın Ortadoğu’ya yönelik politikasızlık ilkesini benimsemesi ile başlayan iradi bir karar olduğu ortaya çıktı. Bölgeye yönelik politikasızlık ilkesi sonuç olarak ABD’nin burada artık hiçbir stratejik menfaati kalmadığı temeline dayanıyor gibi görünüyor. ABD, bölgedeki tek stratejik çıkarının İran rejiminin nükleer silah elde etmesini engellemek olduğunu düşünüyor. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da ünlü 12 maddesi ile bu politikanın çerçevesini belirlemiştir. Bu 12 madde nükleer silah edinilmesini engelleme yanında İran’ın bölgeye yönelik müdahalelerini engellemeyi de kapsıyor. Ancak her politikacı gibi Pompeo da bazı taleplerini gerçekleştirmek için çıtayı yükseltmesi gerektiğini biliyor. Bu bağlamda söz konusu bazı taleplerin İran’ın nükleer emellerini dizginlemek ile bağlantılı olması, Washington’ın kendisini kazanmış sayması için yeterli olacaktır. Diğer bir deyişle bunun karşılığında ABD, İran’ın bölgeye yönelik müdahalelerine göz yummaya hazırdır. Buradan yola çıkarak Washington’ın müttefiklerinin korkularının haklı olduğunu belirtebiliriz. İsrail ve Körfez ülkeleri, ABD’nin bölgeye yönelik politikasızlık ilkesini benimsediğini, Washington’ın krizlerinin İran ile daha iyi bir nükleer anlaşmaya ulaşmaya odaklanan tek bir hedef çerçevesinde “yol ayrımına” yaklaştığını iyi okudular. Bu nedenle diyalog ya da müzakarelerde İran’ın bölgedeki ülkelerin iç işlerine yönelik müdahalelerinin ve rolünün ele alınmamasından, İran’ın bu ülkelerde olup bitenlerin yerel üretim olduğunu öne sürmede başarılı olmasından korkmaktadırlar. Bu bağlamda Washington ve Tahran arasında olup bitenlere karşı İsrail’in suskunluğunu yanlış anlamamalıyız ama aynı zamanda İsrail Başbakanı’nın politikalarına ve oyunlarına da güvenmemeliyiz. Çünkü İsrail, müzakarelerin kendisi için tehdit oluşturmaya başladığını düşündüğünde potansiyel bir patlayıcı olmayı sürdürmektedir. Sonuç olarak eğer bu senaryo gerçekleşirse en iyi ihtimalle sonuç, sürdürülebilir bir uzlaşıdan çok geçici bir ateşkese daha yakın olacaktır. Buna rağmen olayların seyrini değiştirebilecek şu 3 durumu da göz önünde bulundurmalıyız: Eylül ayında İsrail’de düzenlenecek seçimlerin sonucu, gelecek yılın başında başlayacak olan Trump’ın seçim kampanyasının ortaya çıkaracağı tutum ve tepkiler ve İran’ın tepki vermeden yaptırımlara ne kadar dayanabileceği... Bu 3 durumun doğuracağı sonuçlar gizli ve ertelenen savaşı ateşleyebilir ki o zaman bu savaşın bedeli de iki kat daha ağır olacaktır. Dolayısıyla ABD, her adımın bir bedeli olduğunu ve çoğu zaman ertelenmesinin zor olduğunu bilmelidir.
مشاركة :