Türkiye ve Lübnan arasında egemenlik ve direniş

  • 11/4/2019
  • 00:00
  • 15
  • 0
  • 0
news-picture

Türkiye, 1999 ve 2001 yılları arasında ülkeyi neredeyse iflasa sürükleyecek 2 şiddetli ekonomik krize tanık oldu. Bu, Türkiye’nin 1999 yılında AB üyeliğine aday olmasına rağmen gerçekleşti. Bunun yanında Türkiye, aynı yıl 1984’den yılından beri Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kanlı bir savaş yürüten PKK lideri Abdullah Öcalan’ı yakalayarak büyük bir askeri zafer elde etmişti. Bu 2 kriz, kısa ömürlü koalisyon hükümetlerinin yetersiz ekonomik politikalarının neden olduğu birikimin, devlet kurumları ve kamuda mali yolsuzluğun yayılmasının sonucuydu. O dönemde politikacıların önceliği iktidarda kalmak ve mali olarak bundan mümkün olduğunca çok yararlanmaktı. Türkiye’yi bu krizlerden çıkaracak gerçek stratejik planlar ise hiçbir zaman bu politikacıların gündeminde olmadı. Bunun nedeni de her hükümete dış politikasını ve iç politikadaki önceliklerini dayatan askeri vesayetti. Türkiye’nin ulusal güvenliğine karşı en büyük tehdit sayılan PKK ile mücadele ortamında silahın sesi bütün sesleri bastırıyordu. Askeri vesayet, önceliğin ulusal güvenlik, Kemalizm ve laikliğin korunması ve sürdürülmesi olduğu gerekçesi ile her önemli atama ve karara müdahele ediyordu. Bu atamalarda bağlılık deneyimden önce geliyordu. Bu da yolsuzluğun önünü açtı. Yolsuzluk yapanlardan hesap sormanın ihmal edilmesine neden oldu. 1997 yılında ordunun müdahalesi, Necmettin Erbakan hükümetinin düşmesine ve sokağın desteğine sahip olmayan, önceliği askeri vesayetin direktiflerini yerine getirmek olan koalisyon hükümetlerinin kurulmasına yol açtı. Bu da Öcalan’ın yakalanmasının ardından Türkiye’yi, Kürt sorununu siyasi olarak çözme fırsatından mahrum bıraktı. Ancak zor ekonomik koşullar, ordu dahil herkesi durumu reel bir şekilde gözden geçirmeye itti. Çünkü sokaklar hareketlenmeye, yolsuzluğu ve ekonomik krizi protesto eden gösteriler düzenlenmeye başlamıştı. Halk, liderini yakalayarak PKK’ya karşı elde edilen büyük ulusal zaferi umursamıyordu. Bu zaferin etkileri boğucu ekonomik krizin gölgesinde kaybolmuştu. Nitekim ordu da bu ekonomik durum ile istediği silahları satın alamayacağını ve ordu komutanlarına sağlanan finansal ayrıcalıkları koruyamayacağını anlamıştı. Sokağın, ordunun müdahalelerinin ve askeri vesayetin siyasi süreç ve kararları üzerindeki etkilerini anlamaya başladığının farkına varmıştı. Bunun üzerine dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, bir kez daha Uluslararası Para Fonu’na (IMF) başvurmak zorunda kaldı. Ancak IMF, yargı ve adaletin olmadığı, siyasi ve askeri müdahalelerin baskısı altında yaşadığı, yolsuzluğun yaygın olduğu ve yolsuzlardan hesap sorma gücü ve niyetinin olmadığı bir ülkenin yabancı yatırımcıları cezbetmesinin mümkün olmadığını Ankara’ya açıkladı. Bu yüzden Ecevit, IMF’nin 1977’ten itibaren Dünya Bankası’nda çalışan Kemal Derviş’i, ülkeyi bu kötü ekonomik durumdan kurtaracak gerekli ekonomik ve siyasi reformların uygulanmasının,garantörü olarak Türkiye’ye gönderme şartını kabul etti. IMF’nin sağlayacağı kredinin siyasilerin, kendilerine veya orduya yakın iş adamlarının cebine gitmemesini güvence altına alacak geniş yetkilere sahip Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atama şartını onayladı. Bunun üzerine hükümetin, IMF’nin şartını kabul edip Türk ekonomisini kontrol edecek ve istenen siyasi reformların uygulanmasını takip edecek teknotrat birini getirerek ülkenin egemenlik ve ulusal itibarını hiçe saydığına yönelik sesler yükseldi. Derviş’in, Batılı kapitalist emperyalizmin temsilcisi, AB ve IMF’nin dayattığı reform şartlarının da Türkiye’nin ulusal kararını ele geçirmeyi amaçlayan Batılı bir plan olduğunu söyleyen sesler duyulmaya başladı. Fakat herkesin beklentilerinin aksine askeri vesayet bu küresel müdahaleyi kabullendi. Çünkü “zamanla dişlerini ve pençelerini kaybetmeye mahkum olan aç aslanın savaşamayacağını” anlamıştı. O dönemde  Türkiye’de görevde olan iktidar -vatansever bir motivasyonla- gerçek güç, egemenlik ve onurun çökmüş bir ekonomi, işsiz ve ailesine onurlu bir yaşam sağlayamayan vatandaşın mümkün olmadığını anlamıştı. Yoksul vatandaşlar için vatanseverliğin anlamının ailelerinin geçimi anlamına geldiği, yoksul olduklarında insanların ne başkasının ne de vatanın çıkarlarını düşünmeyeceklerinin farkına varmıştı. Bireylerinin “ulusal gurur” düzeyinin yüksek olduğu, atalarının ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kusurları ile övündüğü bilinen bir halk için bu görüntü oldukça garipti. Gönülsüzce de olsa kendisine yardım eli uzatması karşılığında IMF ve AB’nin şartlarını kabul etmesi ilginçti. Ancak bilgelik, sesleri yüksek çıkan milliyetçi sloganlara üstün geldi. Bu da Türkiye için daha iyi oldu. Ekonomik olarak tekrar ayağa kalkmasını sağladı. Kemal Derviş’in onayladığı ve AK Parti’nin ilk yıllarında benimsediği köklü reformların ardından Türkiye, büyük sanayileşmiş ülkeler kulübüne ve en yüksek büyüme oranlarına sahip ülkeler arasına girdi. IMF’ye olan borcunu kapattı ve milli gelirini ikiye katladı. Bu da ona bölgede önemli bir oyuncuya dönüşme olanağı tanıdı. O dönemde Dışişleri Bakanlığı yapan Ahmet Davutoğlu bu durumu şu sözlerle hatırlatıyor: “Türkiye, çok büyük pazuları ve boş bir midesi olan bir dev gibiydi. Bu büyük dengesizliği düzelttiğinde ise tekrar ayağa kalkabildi”. Bu Türkiye’nin ve AK Parti’nin altın çağıydı. Ancak 2013 yılından itibaren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın politikaları ile yolsuzluk, parlak milliyetçi sloganların ve yeni Osmanlı projesinin geri dönmesi ile Türkiye de doksanlara benzer bir duruma geri döndü. İnsan hakları ve ifade özgürlüğünün gerilemesi, yargının siyasi vesayete boyun eğmesi, uluslararası topluma meydan okuyan sloganların yükselmesi ve ulusal güvenlik önceliklerinin tehlikeye girmesine paralel olarak ekonomi de geriledi. Bu da Türkiye’yi bugün yeni bir ekonomik krizin eşiğine sürükledi. Birçokları bu krizin, kendisinden önceki krizlerden çok daha şiddetli olacağını düşünüyor. Erdoğan hükümetinin elinden, günü kurtaran, geleceğin yükünü ve karşı karşıya kalacağı tehlikeyi arttıran anlık ve kısa vadeli önlemlerle bu krizi ertelemeye çalışmaktan başka bir şey gelmediğine inanıyor. Bugün Lübnan’daki gösterileri takip ederken aklıma bu örnek geldi. Ekonominin kurtarılmasını, vatandaşlara onurlu bir hayat sunulmasını ve yolsuzluğun ortadan kaldırılmasını talep eden bu protestoları bastırmak için Hizbullah’ın destekçilerini meydana sürdüğünü gördüğümde aklıma Türkiye geldi. Direniş ve ulusal egemenlik sloganını benimseyen Hizbullah’tan, ekonomik reform talep edenler ile birlikte ön saflarda yer alması bekleniyordu. Bu reform, Lübnan’ı içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtaracak uluslararası yardım için gerekli koşulları sağlayacak bağımsız teknokratların eliyle gerçekleşecek olsa da bunu yapması gerekirdi. Zira iflas etmiş bir Lübnan zaten direnişi destekleyemez. Aynı şekilde direnişin dış finansmana dayanması da ona ne egemenlik ne de ulusal onur sağlayabilir. Tarih boyunca bütün direniş ve kurtuluş hareketleri ulusaldı. Ulusal bir finansmana sahipti. Direniş hareketlerinin gündemi vatandaşın ve sokaktaki insanın gündeminden ayrı olamaz. Aksi halde direniş, kimi savunacak ve kimden destek alacak? Gerçek direniş ve ulusal kurtuluş hareketleri, ekonominin en önemli destekçisi ve hayatta kalmasının temel faktörü olduğunu bilen hareketlerdir. Dış finansmana güvenip vatandaşı elektrik ve çöplerin toplanması gibi hizmetlerden mahrum etmek ise ona ne onur ne de egemenlik sağlar. Elbette bu, direniş ile mevcut statükonun değişmesine karşı çıkmak kastedilmiyorsa geçerlidir.

مشاركة :