Tahran ve Şam rejimleri üzerine şehir efsanelerinin çöküşü...

  • 12/17/2019
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

1979 İran Devrimi 20’nci yüzyılın en önemli tarihî olaylarından biriydi. İçeride düşünce özgürlüğü ve sosyal adalet dışarıda ise anti-emperyalizm ve İslam ümmetinin vahdeti olarak şekillenen ‘79 ruhu’ devrimin temel söylemini oluşturan ilkelerdi. En azından söylem bazında... İran, yıllardır süren Şah despotizminden kurtulacak, ülkede kendini ifade edemeyen görüşler düşünce özgürlüğüne kavuşacak, Şah’ın oluşturduğu mutlu azınlık kovulup “mustazaflar” sosyal adalete kavuşacaktı. İran devriminin dünyaya mesajı ise şöyleydi: Şah, emperyalizmin işbirlikçisiydi. Şah’ın devrilmesi aslında tüm dünya emperyalizmine karşı oluşun bir ifadesiydi. O halde Amerika ve İsrail’e karşı devrimci bir hat oluşturulmalıydı. Diğer bir ilke de “Ne Doğu Ne Batı” idi. Yani “Ne Sovyet bloğu/sosyalizm, ne de ABD bloğu/kapitalizm”. Dolayısıyla İran, Baas tipi Arap sosyalizmine de diğer sosyalizm türlerine de gerçek anti-emperyalizm olarak bakmadığını iddia etmiş oluyordu. Bu siyasal ilkeler dairesinde 79 İran’ının İslam dünyasına mesajı da netti: Şii-Sünni ayrışmasına son verip mezhepler yakınlaştırılmalı (Taqribul beynel Mezahib), tüm Müslüman mustazaflara İslam devrimi ilkeleri ihraç edilerek kendi ülkelerinde de İslam devrimi benzeri bir dönüşüm süreci başlatılmalıydı. Bu ilkesel çerçeve ile İran devrim kadrolarının ortaya koyduğu pratik arasında bir uyum ya da çelişkiden bahsedebilir miyiz? O zamanlarda devrimin ikinci adamı olan Ayetullahuzma Muntezeri bu soruya yıllar sonra yaptığı bir röportajda şöyle cevap veriyor:“Benim şimdi yönetim üzerinde herhangi bir etkim yok ki, bu uygulamalara müdahale edebileyim. Bilahare, bizim veya inkılâbın samimi şahsiyetlerinin idealleri gerçekleşmedi. İmam Humeyni gibi şahsiyetlerle birlikte, insanlara verdiğimiz sözleri yerine getiremedik. Söylemiş olduğumuz sloganların içini dolduramadık. ‘Özgürlük’, ‘İstiklal’, ‘İslam Cumhuriyeti’ en başta gelen sloganlarımızdı. Özgürlük, yani halkın kendi sözünü, görüşünü söyleyebilmesiydi. Buna izin vermedik. İslam Cumhuriyeti, yani halkın yönetimde pay sahibi olduğu, var olduğu bir sistem. Ama genellikle görüldüğü gibi, uygulamalarda biz halkın bir kenarda durmasını sağlıyoruz. Bilahare bizim istediklerimiz yerine gelmedi. İdeallerimiz uygulamada gerçekleşmedi. Ancak, yine de bizim kastımız, hedefimiz hayırdı.”Baas ve İran: Dostluktan öte meşrulaştırmaya Suriye, İran’da Şah’ın devrilmesinden sonra kurulan geçici hükümeti tanıyan ilk Arap ülkesi ve de dünyada Sovyetler Birliği ve Pakistan’dan sonra tanıyan üçüncü ülke olmuştu. Şam, 1980 yılında Irak’ın İran’a girmesi sonrasında diplomatik ve askerî açıdan Tahran’a az da olsa destek sağlamıştır. İttifak, 1982 Mart’ında, bir üst düzey delegasyonun Tahran’ı ziyaret etmesi ve petrol ve ticaret üzerine bir dizi çift taraflı anlaşma ile askerî konularda gizli bir anlaşma imzalanması ile resmiyet kazandı. Nusayrîlik diğer bâtıni gruplar gibi İslâm’la birlikte, başta Sâbiîlik olmak üzere doğup geliştiği bölgelerdeki eski inanç ve anlayışların iç içe geçtiği bağdaştırmacı bir inanç yapısına sahiptir. Ayrıntıları çok iyi bilinmeyen bu inançlar IX. yüzyılda İbnü’n-Nusayr tarafından iptidaî biçimde ortaya konulmuş, aynı asırda İbn Cündeb tarafından sürdürülmüş, Cünbülânî tarafından tasavvufî karakter katılarak zenginleştirilmiş, Hasîbî ise devraldığı mirası gözden geçirerek inanç, ibadet ve uygulamaları tespit etmiş ve yazılı hale getirmiştir. (DİB İslam Ansiklopedisi Nusayrilik maddesi) Fırkanın ana kitabı Hasîbî tarafından kaleme alındığı bilinen ve on altı “sûre”den meydana gelen Kitâbü’l-Mecmûʿdur. Eserin “Şehâdet” adını taşıyan on birinci sûresinde yer alan şu ifade fırkaya ait din anlayışının mahiyetini ve temel özelliğini göstermektedir:“Ben Nusayrî dininden, Cündübî görüşünden, Cünbülânî tarikatından, Hasîbî mezhebinden, Cillî görüşünden, Meymûnî fıkhından olduğuma şehâdet ederim” (s. 408). Aynı sûrede geçen (s. 407) “Ben şehâdet ederim ki Ali b. Ebû Tâlib’den başka ilâh, Muhammed Mahmûd’dan başka hicâb, Selmân-ı Fârisî’den başka bab yoktur” biçimindeki şehâdet de fırkanın temel inancını özetlemektedir. Burada Ali “ayn”, Muhammed “mîm”, Selmân “sîn” ile simgelenmektedir. Beşinci sûre olan “el-Aynü’l-Aleviyye” bu üç sırra tahsis edilmiştir (s. 407). Hz. Ali’nin ilâh kabul edilmesi beşerin ilâh yerine konulmasından çok, aşkın bir ilâhın beşere hulûl etmesi anlamına gelir. Nusayrîliğe göre, Tanrı daha önce altı defa beşer olarak tezahür etmiş, yedincisi Hz. Muhammed döneminde Hz. Ali’de gerçekleşmiştir. “Yedi devir” olarak tanımlanan bu devirler Âdem, Nûh, Ya‘kūb, Mûsâ, Süleyman, Îsâ ve Hz. Muhammed dönemleri olup bu devirlerde sırasıyla Hâbil, Şît, Yûsuf, Yûşa‘, Âsaf, Bâtıra (Petrus) ve Ali isimleriyle hulûl vuku bulmuştur (Teʿâlîmü’n-Nuṣayriyye, s. 475-476). Kitâbü’l-Mecmûʿ, baştan sona kadar Allah’ın kendisinde hulûl ettiği bir şahsiyet olarak Ali’nin ilahlığını dile getiren ifadelerle doludur. Ali’nin şehid edilip nâsûtî kalıptan çıkmasından sonra yerleştiği mekânla ilgili farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Haydariyye’ye göre Ali göktedir, gök bir sembol olup “mâna”nın bulunduğu yerdir; o Muhammed’i temsil eden güneşte oturmaktadır. Kilâzîler’e göre ise, ay Ali’nin makamı olup güneş Muhammed, gök Selmân’dır (Fığlalı, s. 183-184). Nusayri Arap Aleviliğinin yukarıda ifade edilen inançları İslamın temel inançlarından ayrı bambaşka bir inanç sistematiğidir. Ahiret anlayışı da reenkarnasyona dayanmakta, ibadetler de İslamdaki Allaha değil Hz. Aliye yapılmaktadır. İran, bu ittifak arayışında İslam düşmanı Baas’ın özellikle sapkın (Gulat-ı Şia) da olsa Nusayrilerin Hak Şiilik olarak görülen 12 İmam Şiiliğine geçirilmesini hedeflemekteydi. Şiileştirme misyonerliğinin bu hedefinin Lübnanlı Şii mercii İmam Musa Sadr’ın “Nusayrilerin de Ehl-i Beyt’e bağlı Müslümanlar olduğu”na dair fetvasıyla desteklendiğini görüyoruz. Sonuçta 1973 yılında, Lübnandaki Emel örgütünün fikir babası Musa es-Sadr Lübnan Alevilerinin yoğun olarak yaşadığı Trablusta bir otelde Alevilerin "İsna Aşeri (On İki İmamcı) Şii Müslim" olduğuna dair fetvayı yayımlayarak Caferi-Şianın Nusayriler hakkındaki eski "ğulat" hükmünü ortadan kaldırdı. Bu fetva sonucu Esed sorunsuz şekilde başkan olurken, Lübnandaki kardeşlerimiz Emel ve sonradan da Hizbullah ile ittifaka girdi. Bugün bu üç grup halen birlikte hareket etmektedir. En ilgi çekici nokta da o dönem Trablusta tüm Şiilerin müftülüğüne bir Nusayri-Alevinin getirilmiş olmasıdır. Bu fetva, Esed rejiminin meşruiyetini sağlamıştır. Rejim, Şiilerden aldığı bu fetvayı, Ramazan el-Butî ve Şeyh Kuftaro gibi Sufi Sünnilerden aldığı fetva ile de desteklemiştir. Dolayısıyla İran-Suriye ilişkilerindeki stratejik ittifak politik olmanın yanı sıra dinsel bir akrabalığa ve meşrulaştırmaya da dayanmaktadır. Körfez Savaşı boyunca Suriye, ABD önderliğindeki güçlere destek sağlarken İran tarafsız kaldı. Akabinde devam eden Ortadoğu barış çalışmalarından payını alacağını uman Suriye, Irak’ın bölgedeki gücünün zayıflatılmasını bekliyordu. Soğuk Savaş sona erdiğinde ABD dünyadaki tek egemen güç olarak kaldı. Dolaysıyla İran ve Suriye’nin birileri için önemi arttı. İki ülke, balistik füze üretiminde ve de Hizbullah ile Hamas’ın silahlandırılması konularında işbirliği yaptı. Bu safhada hem İran hem de Suriye, ABD ile flört etti. Şam, ABD’nin barış çalışmalarına destek verirken İran ise güvensizlik duvarının yıkılması önerisinde bulundu. Fakat ikisi de bir ilerleme sağlayamadı. İran’ın Suriye konusundaki sıkı dostluğu Musa Sadr’ın imzasını attığı Şii kardeşliği üzerine kurulu olsa da stratejik olarak İran, düşmanı Saddam’a karşı iyi bir kale ediniyordu. Bununla da kalmıyor Suriye aracılığıyla Lübnan’a uzanabiliyor, Filistin sorununa daha kolay müdahil olabiliyor. Bu karşılıklı ticarette Baas ise ülkedeki diktatörlüğünü sürdürülebilir kılıyor, İran sayesinde muhalif İslamcılarını zor duruma düşürebiliyor, Sovyetlerin çöküşünden sonra dünya arenasında iyi bir destekçi bulabiliyordu. Olan ise İran’ın mustazafların yanında durmak, İslam kardeşliği sağlamak gibi devrimci ideallerine oluyordu. Bölgede zaten mevcut olan Şii-Sünni ayrışması ve her iki kesimin birbirine duyduğu güvensizlik de derinleşmiştir. Tahran rejimi-Esed rejimi ilişkisi teorik olarak bir mezhebî meşruiyet ve akrabalık ilişkisine dayanır. İmamcı Şia ile Nusayrilik arasındaki bu dinsel yakınlık politik bir ittifakın da zeminini oluşturmuştur. İslam Cumhuriyeti ile Baas arasındaki dostluk göstermektedir ki, anti-emperyalist hareketlerin ya da en azından anti-emperyalist olduğunu iddia eden söylemlerin en önemli zaafı dengeler adına gücünü halktan almayan diktatöryal ya da oligarşik yapılarla girilen ilişkilerdir. Bu ilişkiler “özgürlük ve demokrasi” iddiasıyla hareket eden küresel kapitalizme çok büyük bir gerekçe sunmaktadır. Oysa halk desteğini arkasına alabilmiş anti-emperyalist hareketlerin daha güçlü olabildikleri bir vakıadır.Sonuç olarak pazarlanan palavraları şöyle özetleyebiliriz; • İran rejimi anti-emperyalisttir: Hayır değildir. Bizzat kendisi emperyalisttir Tahran rejimi çıkarları gereği ABD ile de Rusya ile de Çin ile de işbirliği yapar. • Esed rejimi Arap Milliyetçisidir, Filistini korur: Hayır değildir. Rejim Irak işgalinde ABDyi desteklemiştir. Lübnanda Filistinlileri katlettirmiştir. • İran rejimi İslamcıdır İslamcıları destekler: Hayır desteklemez Suriyede ve Lübnanda İslam dışı Nusayrileri desteklemiş hatta onları İslamcılara karşı teolojik olarak meşrulaştırma yoluna gitmiştir. • Suriyede Sünnilik Esed rejimine karşıdır: Hayır bu genelleme de yanlıştır. Esed rejimini toplum nezdinde meşrulaştırma görevini Sünni ulema görmüştür. Özellikle de Nakşibendilik Suriyede Esed rejiminin en sadık din payandası olmuştur.

مشاركة :