Lübnanlı her dini topluluğun Lübnan ile bir hikayesi vardır. Bu hikayelerin hepsi birleşme ile ayrılma arzusu arasında gidip gelir. Bu iki arzu, bir yandan geniş bir duygu yelpazesi tarafından sarmalanırken, diğer yandan partiler ve entelektüeller, düşünceler ve teorilerle kendisini tesis etme misyonunu üstlenmişlerdir. Bu duyguların içinde mistik bir yakıcı sevginin yanısıra nefret, öfke, kin beslemek, bulaşıcı hastalıklardan kaçınma çağrıları da vardır. Bu yolda, son 40 yılda dini topluluklar büyük değişimlere şahit oldular. Sözgelimi Hristiyanların büyük bir bölümü, ülkeyi Batı ve tutumları ile özdeşleştiren bir bakış açısından, Beşşar Esed’i destekleyen, İran’ın davranışlarına anlayış göstermeye hazır bir bakış açısına evrildi. Sünnilerin çoğunluğu, Cemal Abdunnasır’ı ardından da Filistin direnişi destekleyen bir ülke tasavvurundan, istikrarlı, en az gerilimle kendi çıkarlarına öncelik veren bir vatan hayaline kaydı. Bu iki değişim, bütün ölçülerde kolay ve basit değildi. Özellikle de bu iki dini grubun, ikamet ettikleri bölgelerin yanısıra sosyal sınıflarını da kapsadığı göz önüne alınırsa. Ancak yine de Şiilerin tanık olduğu dönüşüm daha keskin, daha dramatik ve kesinlikle daha biçimsel ve teorikti. Çünkü Lübnanlı Hristiyanlar, geçirdikleri dönüşümle övünmüyorlar. Aksine çoğu onu inkar ediyor, direniyor, zamanın kötülüğüne, değişebilen gerekçelere ve nedenlere bağlıyorlar. Sünniler ise, bugün içinde bulundukları durumdan duydukları utancı, eski Arap milliyetçiliğinin ve direnişin ansızın kendilerinden çalınmasından duydukları rahatsızlığı gizlemiyorlar. Dallar onları köklerden uzaklaştırsa da bu ikisinin köklerinin hala içlerinde olduğunu açıkça söylüyorlar. Fakat, Şiilere gelince durum değişiyor. Burada “direniş hattı” ve “direniş kültürü” adı verilen tarafa geçiş yapılmasından açıkça gurur duyuluyor. Yolundan ayrılmış oldukları Musa el-Sadr’dan geriye ise, birkaç fotoğraf ve kendisini “direnişin kurucusu” olarak takdim eden anma törenleri kaldı. Birçok kültürel kurum kendisini bu büyük dönüşümü övmeye adadı: Dindar olanlar kendilerine sembol olarak Ebu Zer el-Gifari ve Hüseyin bin Ali’yi seçerken, Markistler Che Guevara ve emperyalizmle mücadeleyle ilişkilendirdi. Milliyetçiler ise kendisini Abdunnasır ve Filistin direnişinin başlattığı şeyin uzantısı olarak gördü. Doğrusu şu ki, Lübnan’da Şiiliğin siyasi yolu, el-Sadr’ın inşa ettiği diğer dini topluluklarla bağlantılı olma konumundan, Hizbullah’ın temellerini attığı ayrılma konumuna tam anlamıyla kayma yoludur. Yüksek Şii İslam Konseyinin kurucusunun projesinin tek bir amacı vardı. O da anavatan ile en büyük ve en çok marjinalleştirilmiş dini topluluklarından biri olan Şiiler arasındaki ilişkiyi güçlendirmekti. Musa el-Sadr, oyunu o dönemde var olan mezhepçi kurallara göre oynayabilirdi. Siyasal Marunilik ve etkili figürleri ile ilişkilerini güçlendirebilirdi. İlişkilerini Şahapçılık döneminde ortaya çıkan reformlar birikimi üzerine inşa edebilirdi. Böylece, el-Sadr akımı, kırsal kesimin şehirlilerle yakınlaşması, yönetimin genişlemesi ve modernleşmesi, Lübnan Üniversitesi’nden mezun olmuş eğitimli Şii çevrenin genişlemesinin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Bunun yanı sıra, Afrika’daki Şii göçmenler de yeni sahip oldukları zenginliğe uygun olarak bulundukları ülkelerde siyasi hayata katılma konusunda ısrar ediyorlardı. Genel olarak Şii topluluğu, daha çok kırsalda yoğun bir şekilde bulunurken şehirlere taşınarak, buralarda çoğunluğu oluşturmaya başlamıştı. 1967 yılında Filistin direnişinin yükselişinden sonra bile Musa el-Sadr’ın, ülkeyi birleştirmek ve taraflarını birbirine yakınlaştırmak konusunda büyük katkıları oldu. Nitekim el-Sadr’ın, altmışlı yıllarda diğer birçok ülkenin aksine radikalizme karşı çıkan bir Lübnan’ın en önemli mühendislerinden olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, el-Sadr’ın radikalizmi, Şiilerle birlikte bir anavatan inşa etmek için katettiği ve Şiilerlerle buluşmaları için diğer toplulukları da katetmeye teşvik ettiği uzun mesafeydi. Filistin direnişi ve Hafız Esed ile ilişkisini abartan “Direnişin İmam”ı lakabı ise, göreceli olarak geç bir dönemde, 1970 yılında Süleyman Frenciyenin cumhurbaşkanı seçilmesi, altmışlı reform projesinin önündeki tüm yolların tıkanmasından sonra doğmuştu. Ancak, o dönemde bile el-Sadr’ın önceliğinin ne olduğunu fark etmek zor değildi. O da Güneylileri, İsrail’in yıkıcı ve sert darbelerinden korumak. İşte tam bu bağlantı noktasında Hizbullah, Şiileri diğer Lübnanlılardan farklı bir yere konumlandıran ayrılıkçı bir program deklare etti. Onlar adına Lübnan’da İslam Cumhuriyeti kurma niyetini açıkladı. Ama daha sonra bu açıklamasından geri adım attı. Yine onlar adına, Beyrut’ta Tahran’ın savaşlarını yürüttü ve yürütmeye de devam ediyor. Onlar adına bir kurtuluş projesi açıkladı. Şiiler bu projeye karşı çıkamazlardı. Sadece alkışlayabilirlerdi. Bunun için devlet içinde bir devlet, devletin ordusundan daha güçlü bir ordu inşa etti. 2006’da 2 İsrail askerini kaçırarak, Şiileri savaşa sürükledi. Daha sonra da çeşitli gerekçelerle bu kez Suriye’deki savaşa sürükledi. Şiilerin bulunduğu bölgeleri, devletin sadece kendisi aracılığıyla, kendisinin belirlediği ve istediği koşullarda yaklaşabileceği bir derebeylik gibi yönetti. Bu bağlamda, 2005 yılında Şiilerin, Beşşar Esed’i Refik Hariri ve diğer kurbanlara suikast düzenlemekle suçlayan ulusal uzlaşının dışında tuttu. Bugün de onları, mevcut mezhepçi sistemi reddettiğini deklare eden ulusal uzlaşının dışında bir yerde konumlandırıyor. Böyle yaparak Hizbullah, kutlamalarda birkaç saygılı ifade ile onu anmakla yetinerek el-Sadr mirası ile bağlantısını tamamen koparmış oluyor.
مشاركة :