Tahran tehlikesini çevrelemeye yönelik uluslararası karar alındı mı?

  • 1/19/2020
  • 00:00
  • 3
  • 0
  • 0
news-picture

Aristo’nun bir sözünden alıntılanmış Batılı bir atasözü vardır: “Bir tek kırlangıçın geçişi mutlaka yazın geldiği anlamına gelmez.” Bu söz, politika dünyasına özellikle de uluslararası toplumun 1979’dan bu yana İran rejimine karşı davranışlarına tam anlamıyla uyuyor. Saddam Hüseyin rejimini devirmek için 2003 yılında Irak’ın istila edilmesi, İran’a sığınan Iraklı Mollaların ve ordusu ile savaşan eski savaşçılardan oluşan milis güçlerinin Irak’a geri dönmesinden sonra bu davranış ve tutum daha dikkat çekici bir hal almaya başladı. 2003 Baharından 2004 Baharına kadar Irak Devlet Başkanlığı statüsünde olan Geçici Koalisyon Yönetiminin başkanlığı yapan Paul Bremer, bir süre sonra verdiği bir demeçte bunu yani Irak’ta yüzyıllardır “yönetim üzerindeki Sünni hakimiyetini” sona erdirdiğini itiraf etmişti. Bu arada, söz konusu başarısı ile övünen Bremer, ne oryantalist ne de İslam ya da Ortadoğu tarihi konusunda uzman değildi. Dolayısıyla Irak’ın, imparatorluklar, krallıklar ve manda yönetimlerinden sonra Ortadoğu’da 1920’de doğan herhangi bir devletin sabit sınırları olmadığını bilmiyor. Paul Bremer yalnızca bir diplomat, Henry Kissinger Danışmanlık Kurumu’nun direktörü olarak görev yapan sağcı Cumhuriyetçi bir iş insanıdır. Kendisine işgal yönetiminin başına geçme, Baas Partisi’nin kökünü kazıma gerekçesi altında Irak devleti ve ordusunun altyapısını tahrip etme görevi verilen birisidir. Eski ABD Temsilciler Meclisi başkanı Cumhuriyetçi Newt Gingrich’in kendisi hakkında söylediği, “Modern zamanlarda ABD dış politikasındaki en büyük felaket” ifadesini sonuna kadar hak ediyor. Neyse, olan oldu. Bremer – onun arkasından oğul George Bush idaresi ve Pentagon’daki şahinler- Irak’ı gümüşten bir tepside İran’a teslim ettiler. Bundan önce de Washington, İran Mollalar rejiminin Ortadoğu’daki en sadık müttefiği Hafız Esed’i, 1990-1991 Körfez Savaşı’ndaki işbirliği için ödüllendirmişti. Güvenlik ve istihbarat organlarının Lübnan’ın kontrolünü yeniden ele geçirmelerine ve bu ülkede istediğini yapmasına izin vermişti. Dolayısıyla, gerek Lübnan gerekse Irak’ı Washington kendi eliyle İran’a teslim etti. Barack Obama’nın Beyaz Saray’a yerleşmesi ile Washington’da iktidarın rengi değişti. Ama ABD ve onunla birlikte Batılı Avrupa devletleri, Tahran yöneticilerine karşı iyi niyetlerini, onlara siyasi ve coğrafi hediyeler sunmayı sürdürdüler. Obama döneminde Washington, kırmızı çizgilerini ihmal etti, İran Devrim Muhafızları’nın Esed ailesini desteklemek için Suriye’ye müdahalede bulunmasına göz yumdu. Yemen’de Husilerin yaptığı darbeyi kabullendi. Oysa bu darbe, teorik olarak İran’ın Ortadoğu’daki stratejik üç deniz yolundan ikisi Babu’l Mendeb ve Hürmüz boğazlarını (üçüncüsü elbette Süveyş Kanalı) tam anlamıyla kontrol etmesi anlamına geliyordu. Ancak, Tahran’a en değerli hediyeyi yine Obama yönetimi verdi. Bu hediye, Tahran’ın nükleer silah edinme projesini ertelemesi karşılığında fiili olarak dört Arap ülkesini işgal ettiğini görmezden gelen ve 2015 yılında kurulan ABD-AB-İran ittifakının imzaladığı nükleer anlaşmaydı. Diğer bir deyişle, İran nükleer silah elde etmek istemesinin asıl amacını onu elde etmeden ve kendisini kullanmakla tehdit etmeye ihtiyaç duymadan gerçekleştirmiş oldu. Fakat bugün, bu anlaşmanın imzalanmasından 5 yıl sonra, İran’ın elde ettiği başarıları tehdit eden çatlaklar meydana çıkmaya başladı. İran söz konusu başarılarını; bir yandan İran Devrim Muhafızları’nın işgallerini, ortaya çıkardığı iki başlılığı ve sert gücünü, diğer yandan lobilerini, reform vaatlerini ve yumuşak güç diplomasisini kullanarak elde etmişti. Kasım Süleymani’nin katliamları, el-Kaide-DEAŞ gibi Sünni korkuluklar icat etme, onlara lojistik destek sunmadaki mahareti, Hasan Ruhani ve Cevad Zarif ile medyadaki borazanlarının Batı’daki karar alıcı başkentlerin koridorlarındaki manevraları ile bu kazanımları elde etmişti. Donald Trump’ın seçilmesi ve aşırılık yanlısı, dışlayıcı sağcılığın aynı şekilde Avrupa’da  yükselmesinin İran’a karşı tutumun değişimesinde önemli bir rolü vardı. Asıl ironik olan, İran milis güçlerinin işgal ettikleri ve tahrip ettikleri topraklardan kaçan mültecilerin, üretilmesine ve güçlenmesine yardımcı olduğu DEAŞ unsurlarının, Batı’da kendisine karşı olan radikalizm yanlısı sağcılığın yükselmesine katkıda bulunan en önemli faktörlerden olmasıydı. Çok iyi hatırladığımız gibi bu politika değişiminin ilk adımı Trump’ın nükleer anlaşmaya karşı gerçekleştirdiği darbeydi. Ancak, Avrupalılar bu adımı takip etmekte geç kaldılar. Bu ayın başlarında ise ikinci adım atıldı. Kudüs Gücü Komutanı ve İran Devrim Muhafızları’nın işgal ve kontrol etmekle övündüğü Arap ülkelerinin “İranlı askeri yöneticisi” Kasım Süleymani tasfiye edildi. Son 5 yılda ayrıca Irak, Lübnan ve Suriye’de niteliksel değişimler yaşandı. Tahran’ın kibirli ve üstten bakan tavrı, adamlarının ve milis güçlerinin yolsuzluğu ve ona bağlılıkları Iraklıların özellikle de Şiilerin sabrını taşırdı. Hizmet ve turizm sektörleri sayesinde gelişen bir ülke olan Lübnan, politik-ekonomik “şizofreni” halini daha fazla yaşayamaz bir duruma geldi. Dünyaya ve medeniyete açılmış bir pencere ile kara para aklayarak yaşayan işgalci, mezhepçi dini milis gücü arasında bölünmüş bir kimlik ile yaşaması imkansız hale geldi. Artan sosyal ikiyüzlülük, mezhepçi yalanlar, ekonomik yağma, sömürü ve çevre kirliliğinin gölgesinde normal bir ülke gibi yaşaması artık mümkün değil. Zira tüm bu felaketler, beyin göçü, kurumların iflası, geride kalan güvenlik ağlarının çökmesi sürecini hızlandırıyor. Suriye’de, Washington’un Esed rejiminin rehabilitasyonunu hızlandırma çağrılarına tolerans göstermeyi reddetmesi, zaten yolsuzluktan, adam kayırmacılıktan ve savaşın etkilerinden mustarip olan yerel piyasalara gerekli paranın pompalanmasının gecikmesine neden oldu. Bundan başka Washington’un tutumu, Ruslar ile İranlıların doğrudan çıkarlarının birbirinden ayrılmasına, Suriye’de siyasi ve güvenlik sürecinin geleceği hakkında soru işaretlerinin gündeme gelmesine yol açtı. Bütün bunlar, Kürt nüfuzu altındaki ülkenin kuzeydoğusu ile Rusya ve Türkiye’nin varlık gösterdiği kuzeybatısı arasındaki bölünmenin, İsrail sınırlarına yakın güney bölgesindeki müphem senaryonun ışığında gerçekleşti. Bugün Suriye’de aciz, başkalarının kendi adına ülkeyi yönettiği bir rejim, sadece adından ibaret bir devlet var. Irak ve Lübnan’da ise halk hareketinin baskısı altında hükümetler istifa etti. Bu satırların yazıldığı ana kadar, İran’ın vekillerinin yani Hizbullah ve Haşdi Şabi’nin askeri ve güvenlik alanındaki gücüne rağmen her iki ülkede de alternatif bir hükümet kurulamadı. İran hegemonyası, üç ülkede de devletin dokusunu parçaladı. Gerek içeride gerekse dışarıda diyalog ve uzlaşı kapasitesine sahip sağlıklı siyasi çevrelerin meydana gelmesini engelledi. Peki, bu gerçeğin ışığında, uluslararası toplumun bu hegemonyaya karşı tutumunun değişmesi ne anlama geliyor? Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ve korkunç siyasi sembolizminin ortadan kaldırılması ne anlama geliyor? Hizbullah’a yönelik atılan sert adımların anlamı nedir? Uluslararası toplum, İran’ın devam eden manipülasyonlarına karşılık tutarlı, bilinçli ve kararlı bir stratejik politika mı benimseyecek yoksa bölgeyi içinde bulunduğu trajik duruma ulaştıran Tahran’a çelişkili ve karışık sinyaller göndermeye mi devam edecek? İlk seçenek, hiç şüphesiz herkesin yararınadır.

مشاركة :