Ne benim kuşağım ne de ondan önceki nesil, kendilerini böyle bir musibetle karşı karşıya bulmamıştı. Aniden ortaya çıkan ve insanların gerçekleştirmek için mücadele ettiği her şeyi tahrip etme gücüne sahip bir musibet. Dünyadaki yaşamın zaten pespembe olmadığı, her zaman yoğun savaşların, yıkımların ve kitlesel ölümlerin tehdidi altında olduğu doğru. Ancak şimdi yüzleştiğimiz musibet bambaşka bir şey. Bize gizli gizli yaklaşan, birkaç gün içerisinde bizi varoluşun diğer tarafında götürebilecek güçte meçhul bir zehir. Öncelikler alt sıralara iniyor; kimliklerin, nesillerin, siyasi rejimlerin, ideolojilerin çatışmaları yırtıcı bir düşmanın darbeleri altında eziliyor. Bu düşman, ne cellat tanıyor ne de kurban, ne servet sahiplerini ayırt ediyor ne de yoksulları. Kültürleriyle elit seviyeye yükselmiş olanlar ile kronik cehalete batmış olan kitleleri de birbirinden ayırmıyor. Bu yeni salgının insanlarda tetiklediği panik hali, insanların hem minik, hem de görünmeyen bir meçhul ile haksız bir savaş yürüttüklerini hissetmelerinden ve uyanık olmak zorunda olmalarından kaynaklanıyor. Zirâ bu nanoparçacıklar, size çocuklarınızdan da bulaşabilir, anne babanızdan da, eşiniz ya da sevdiklerinizden de. Siz daha şaşkınlığınızı atamadan, ahlaki ya da yasal hiçbir gerekçeye ihtiyaç duymadan ölümünüze neden olabilir. Yaşam, birçok açıdan sanatı taklit eder. Hepimiz Kafka’nın The Trial romanındaki yaşadığı trajik kaderi hak edecek hangi suçu işlediğini bilmeden idama mahkum edilen K. karakteriyiz. Şimdi biz de bu sinsi kurdun karşısında isimlerimizi, yaşımızı ya da unvanlarımızı bir kenara bırakmak zorunda kalmadık mı? Biz binlerce K. değil miyiz? Ortadoğu’nun incisi olarak bilinen Beyrut, asırlar öncesine dayanan uzun tarihinde daha önce de refah ve sıkıntı, bolluk ve yoksunluk arasında bir istikrar tutturamamıştı. İlk trajedisini MÖ 6. yüzyılda şehri tamamen yakıp yok eden Nebukadnezar zamanında yaşamış, dört yüz yıl sonra ise Selevkos İmparatorluğu tarafından yeniden yok edilmişti. Böylece bütün bir yüzyıl boyunca harabe bir halde kalakalmıştı. MS 4. yüzyılda ise büyük bir depremle sarsılmış; bu deprem 6. yüzyılın ortalarında meydana gelecek oldukça şiddetli depremlerin habercisi olmuştu. Bu depremlerden birinde ise şehrin çoğu ilçesini ve 30 bin kişiyi de beraberinde götüren bir tsunami meydana gelmişti. Tarihçiler, depremlerin ardından şehrin felaketini uzun uzun anlatırken şairler ise bu şehre olan sevgilerini ve onda gördükleri ihtişamı dile getirmekten çekinmediler. 13. yüzyılda Memlüklerin egemenliği sırasında da depremler meydana gelmiş, tarihçi Makrizi, sahildeki küçük adaların bu depremlerden birinde yok olduğunu söylemiştir. Beyrut’un 1. Dünya Savaşı’nda yoğun bir kuşatmaya maruz kalışını ülke nüfusunun yarısının ölümüne neden olan göçmen çekirge istilası izledi. Öyle ki, şehir ve köylerde yollara yığılan cesetleri gömecek kimse kalmamıştı. Son birkaç aydır da rejimin sebep olduğu siyasi ve toplumsal depremlerle uğraşan Lübnan, ardından ilk başta hafife alıp alaycı bir tavırla karşıladıkları koronavirüs salgınıyla tanıştı. Birkaç gün içinde ise bu salgının sakinlerin yüz yıllardır karşılaştığı en tehlikeli salgın olduğu idrakine vardı. Böylece salgının ülkeye sızmasına izin veren tüm limanlar kapatıldı, Lübnanlılar ise evlerine çekildi. Beyrut’un salgın konusundaki, durumu dünya şehirleri arasındaki en kötüsü olmasa da, bu şehir zaten bitkin ve yaralanmış bir şehir. Acil tıbbi durum ilan edilmeden ve dar sınırlarındaki hareket alanı kısıtlanmadan önce kendi içine kapanmıştı. Şuan mahalleler neredeyse terkedilmiş halde, sessizlik ve ıssızlığının insanı ürküttüğü sokaklardan tek tük arabalar geçiyor. Merak veya cesaretlerinden ötürü dışarı çıkanların ise endişeli bir hal aldıkları görülüyor. Zirâ bir hapşırma ya da bir öksürük, bir ses patlamasının ya da bombanınki gibi bir panik yaratıyor. Onlarca yıldır yaşadığım el-Hamra Caddesi’nin eski halinden eser yok. Dükkanların çoğu kapalı, açık olanların ise müşterisi yok. Bugünlerde bu caddeyken karşılaştığım kişilerin çoğu ya dilenci, ya evsiz ya da temel gıda stokçularıydı. Şehri süsleyen kafeler ise bomboş, çünkü entelektüellerin çoğu evde duruyor. Devrimcilere ev sahipliği yapan şehir merkezindeki çadırlar ise devrim ruhundan vazgeçmeyen birkaç genç erkek hâricinde artık dolu değil. Şehir sakinlerinin günlük hayatta selamlaştıkları ya da karşılaştıkları herkesten korkar hale gelmesiyle Sartre’nin şu meşhur sözüne geliyoruz: “Cehennem başkalarıdır.” Öyle ki, bu gibi durumlarda güzellik dahi otoritesini kaybediyor.
مشاركة :