Komplo teorisinin bile pazarlanabilmek için yeterli güvenirliğe sahip olmaya ve gerçeklere dayanmaya ihtiyacı vardır. Akıllı hiçbir insanı, somut gelişmeleri veya konu hakkında uzman kişi ve referansların düşüncelerini hesaba katmayan hezeyanlara ya da hastalıklı hayallere inandırmak imkansızdır. Gerçekten, koronavirüs (Kovid-19) salgını baskısı altında doğusu ve batısı, zengini ve yoksulu, zayıfı ve güçlüsü ile dünyanın yaşadığı bu olağanüstü dönemde tanık olduğumuz şey de budur. Yakın bir dostum bana dün, kendisini vizyon sahibi ve dünyaya egemen olan, tahakkümü altına alan güçlerle mücadele eden birisi olarak gören tartışmalı bir İngiliz şahsiyetin röportajını gönderdi. Bu röportaj, Cezayir asıllı Fransız ekonomist, düşünür ve politikacı Jacques Attali ile Lübnan asıllı İsrailli düşünür ve araştırmacı Yuval Noah Harari’nin iki değerli katkısı ile neredeyse aynı zamanda bana ulaştı. Bahsettiğim İngiliz şahsiyeti, futbolcu olarak başladığı ve kısa bir süre sonra kaleciliğe geçiş yaptığı profesyonel futbol hayatı boyunca takip etmiştim. Kendisi daha sonra sahalardan ayrılıp televizyona geçiş yaparak en iyi spor sunucularından biri olmuştu. Ancak, geçiş yaptığı bir sonraki aşama onu, siyasi sisteme muhalif yönlere taşıdı. Yeşiller Partisi ile çevreci bir aktivist olarak başladığı bu yolda, siyasi ve ekonomik figürleri şeytanlaştırmaya, onların “kötülükleri ve komploları”na insanlığın dikkatini çekmek için kutsal bir savaş yürütmeye dayanan kuşkucu ve radikal teorileri benimsemeye ve propagandasını yapmaya yöneldi. Röportajında bu komplo teorisi sahibi –güvenle- koronavirüs (Kovid-19) salgını tehlikesini alaya alarak kendisini küresel “yüzde 1’lik seçkin sınıfın” komplosunun yeni bir sayfası şeklinde tanımlıyor. Amacının, bu sınıfın insanlar üzerindeki tahakkümlerini artırmak olduğunu belirtiyor. Bu tahakkümün merkezinde, küresel ekonomi yapılarını bugün olduğu gibi yıkma ve kendi çıkarına hizmet edecek bir küresel formülde yeniden inşa etme hedefinin yer aldığını öne sürüyor. Söz konusu komplo teorisini sunarken, Dünya Sağlık Örgütünden, Davos Forumu ve uluslararası büyük şirketlere tüm taraflara bu komplonun bir parçası olma suçlamasını yöneltiyor. Dile getirdiği ayrıntıların azımsanmayacak bir bölümü, özellikle de birikim, odaklanma, tekel ve spekülasyon alanlarında piyasa ekonomisinin dinamiklerinden ve kapitalist çalışmaların doğasından anlayan siyasi ve ekonomik araştırmacı veya uzmanlar için son derece doğrudur. Ayrıca, barutun ve kağıdın keşfinden matbaaya, bilgisayar, genetik mühendislik ve yapay zekaya yüzyıllar boyunca teknolojinin gelişimini takip eden herkes, teknolojik devrimlerin neler yaptıklarını, yapmakta olduklarını ve yapacaklarını şüphesiz çok iyi biliyordur. Diğer bir deyişle, bizler bu salgın yaşansa da yaşanmasa da kararlı adımlarla başka bir dünyaya doğru ilerliyorduk. Kovid-19 boyutunda bir salgın ya da pandeminin tek yaptığı bu adımları hızlandırmak ve bu konudaki çekinceleri ortadan kaldırmaktır. Bu noktada Harari’nin meseleye yönelik okuması önem kazanıyor. Harari, yaşadığımız bu küresel sıkıntının tarihsel önemini kabul ediyor. Ayrıca, er yada geç sona erse de önümüzdeki birkaç hafta içerisinde dünya hükümetlerinin onun ışığında alacağı kararların hayatımızda büyük ve derin değişimler bırakacağını da düşünüyor. Bu kararların, sağlık sistemi altyapısını ve mekanizmalarını değiştirmesinin yanısıra uzun vadeli ekonomik, siyasi ve kültürel dönüşümler de gerçekleştireceğini dolayısıyla insanların hemen harekete geçmesi gerektiğini dile getiriyor. Bunu müteakip Harari, salgının dünyaya dayattığı baskıcı durumun, kendisine yönelik itirazları ve çekinceleri gidermek için yeterli zamansal mesafeyi kısaltarak hepimizi, zorlu bir üstünlük çekişmesi ile karşı karşıya bıraktığını söylüyor. Salgın nedeniyle bize dayatılan bu üstünlük çekişmelerinin ikisinin en tehlikelisi olduğuna inanıyor. Bu ikisi şudur: İlki; – şimdi Çin deneyiminde başlangıcına tanık olduğumuz- kapsamlı ve otoriter denetim ile başta mahremiyete saygı olmak üzere vatandaşlık hakları arasındaki üstünlük çekişmesidir. İkincisi; ulusal kimlik içinde kendini izole etmek ile uluslararası ya da küreselleşmiş işbirliği arasındaki üstünlük çatışmasıdır. Ardından yazar – ilginç olduğu kadar endişe verici- bir ayrıntılı açıklama ile otoriter kapsamlı denetimin ne anlama geldiğinden bahsediyor. Bu denetimle hükümetlerin, vatandaşların istekleri ve ilgi alanlarını elektronik ve hassas bir biçimde izlemekle yetinmeyip her an ve nerede olursa olsun, sağlık ve psikolojik durum gibi kendilerinin bile bilmediği ince ayrıntıları da bileceklerini söylüyor. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankasının (EBRD) ilk başkanı ve eski Fransa cumhurbaşkanı François Mitterrandın danışmanlığını yapan Jacques Attali ise, salgınlardan kaynaklanan tüm büyük tarihsel felaketlerin ulusların siyasi yapılarında ve dayandıkları kültürlerde temel değişikliklere yol açtığına yönelik okumasında Harari’ye katılıyor. Attali ayrıca, 14’üncü yüzyılda Avrupa’da yaşanan ve nüfusunun yaklaşık üçte birini kırıp geçiren Kara Veba salgınına işaret ederek, veba salgınının en önemli sonuç ve etkilerinin “din adamlarının siyasi konumlarının yeniden gözden geçirilmesi” olduğunu ifade ediyor. Bu yaşananların bir şekilde, kilisenin insanları korumakta başarısız olmasından sonra güvenliği sağlayıcı ve koruyucu tek güç haline gelen polis teşkilatının yükselişine hizmet ettiğini belirtiyor. Fransız ekonomist ve düşünür sözlerini sürdürerek, bir sonraki dönemde polisin yerini doktorların aldığını dile getiriyor. Daha sonra Avrupa’nın birkaç yüzyıl içinde kilisenin temsil ettiği dini otoriteden polisin temsil ettiği güç otoritesine, sonrasında da hukuk devletine geçiş yaptığını söylüyor. Bu noktada, özellikle bu durumun bizleri halihazırda Arap dünyamızda kısık sesle de olsa yürütülen bir tartışmaya götüreceğini iddia ediyorum. Bu tartışmanın konusu, salgınla kararlı ve kesin bir şekilde mücadelenin öncülüğünü üstlenen siyasi ve güvenlik kurumlarının mı yoksa seslerini yükseltip “Gördünüz mü, Allah bizi canlarımız ve rızkımız ile sınadığında biliminiz ve bilim adamlarınız neredeydi” demek için salgının bitmesini bekleyen dini tarafların mı gelecekte Arap dünyamızda salgının yansımalarından daha çok yararlanacağı ile ilgilidir. Teori ve tartışmalar artarken bir yandan da dünyanın tamamı zamanla yarışıyor. Hepimizin kaderini ilgilendiren temel meselelerde her yerden çelişkili düşünceler ortaya atılıyor. Bir tarafta, zaten borçlanmaya dayalı bir dünyada ekonomiyi kurtarma meselesinin bekleyebileceği, ekonomilerin onlarca kez sarsıntılara maruz kaldıkları ve iflaslar yaşadıkları, her seferinde yeniden inşa edildiği görüşüne dayanarak insanları kurtarmanın tartışılmaz bir biçimde öncelikli olduğu çağrısında bulunan sesler yükseliyor. Diğer tarafta ise yaşam ve ölümün hayatın bir kuralı olduğu, azınlığın hayatını korumak için çoğunluğun ekonomik sağlığının ve gelişiminin feda edilmemesi gerektiğini öne süren sesler yükseliyor. Şahsen, tereddüt etmeden birinci görüşü destekliyorum.
مشاركة :