Yıldan yıla Arap ülkelerimizin durumlarına bakanlar, daha eski bir tarihte dolaştıklarını hissederler. 2020 yılının olağanüstü kötülüğü de bu dolaşımı incelemeye yardımcı olacak geniş bir seyir terası sağlıyor. Bu tarihte iki aşama görmezden gelinemeyecek şekilde öne çıkıyor: Birinci Dünya Savaşı sonrası ile İkinci Dünya Savaşı sonrası. Birinci aşama, devletlerin temel olarak kuruluş aşamasıdır. Bu aşamada Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün geride bıraktığı büyük miktardaki toprak ve nüfus, Avrupa tarihi ve deneyiminden alınmış ulus devlet modeline göre düzenlendi. Bu ülkeler, büyük imparatorlukların parçalandığı bir dünyada hemen kendilerine siyasi varlık sağlamaya yöneldiler. Dağınık gruplar arasında anavatan ve millet temelinde mutabakatlara vardılar. İkinci aşama, Avrupa manda yönetimleri tarafından yönetildikleri yıllardan sonra bağımsızlık kazanan ve kurulan devletlerin aşamasıdır. Bu, mutabakatların bir siyasi- sosyal yapı içinde desteklenip güçlendirildiği aşama olmasının yanı sıra, belirli halkların bağımsız olamayacaklarını öne süren ırkçı teoriye meydan okumak ve çok sesli, renkli ve yetenekli bir dünyanın kuruluşunu başlatmak için tarihi bir fırsattı. Bugün sanki hala oradayız, iki aşamadan birinde veya aralarında gidip geldiğimiz karışık bir yerdeyiz. Ülkelerimizin ulusal buluşmasının temelleri, aramızdaki "milletler ve dinler" ilişkileri, devletlerin imkanları ve formatları ve tabii ki vatandaşların hakları, onların reaya değil vatandaş oldukları konularına halen kafa yormaya çalışıyoruz. Keza bu dünyayla bağlantımız ve onun aktif üyeleri, onunla, endişeleriyle ve değerleriyle ilgili olup olmadığımız üzerinde dikkatle düşünmeye çabalıyoruz. Birden fazla düzeyde bir numaralı ve kesin soru ufkumuzu kaplamayı sürdürüyor: Biz kimiz? Bu dönüş, 10 yıl önce patlak veren Arap devrimlerinin yenilgisi, askeri ve katı İslamcı yönleriyle açık ve gizli iç savaşların zaferi ile daha da kötüleşti. Böylece harekete geçip ilerlememiz engellendi. Mezuniyet çağındayken ilkokul sıralarına zorlu dönüşe mahkum olduk. Önceki yıllar ve 10 yılların başında yaşananları ölçü almamız mümkünse, bu zorunlu dönüşe ve bugünkü duruma ulaşmamıza neden olan birikimimizin kökenlerini de görebiliriz. Ellili yılların başı, yönetimler, parlamentolar, kurumlar ve özgürlükler yolunda tökezleyerek ilerleyen başlangıçların ve olasılıkların önünü kesen Mısır’daki Temmuz darbesine tanık oldu. Altmışlı yılların başı, ilk iç-bölgesel Arap savaşı olan Yemen savaşının zamanıydı. Bu dönemde Cezayir’in bağımsızlığını kazandığı, keza Suriye’nin “Birleşik Arap Cumhuriyeti”nden ayrılarak ikinci kez bağımsızlığını elde ettiği de doğru, ancak her iki ülke de haşin ve katı iki askeri diktatörlüğün pençesine düştüler. Yetmişli yılların başında, Ürdün iç savaşı yaşandı ve Hafız Esed Suriye’de yönetimi ele geçirdi. Seksenli yılların başı, Humeyni Devrimine dayanarak başlayan Irak-İran Savaşına ve İsrail’in Lübnan’ı işgaline tanık oldu. Doksanlı yılların başı, Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgalinin ve alevlendirdiği savaşın tanığıydı. İçinde bulunduğumuz yüzyılın başında, Bin Ladin’in New York ve Washington’u hedef alan saldırıları ve onu takip eden teröre karşı savaş yaşandı. 21’inci yüzyılın ikinci 10 yılında, Arap Baharının patlak vermesiyle işler değişti ama üçüncü 10 yılın başlangıcıyla bu büyük kazanımın silinmesi tamamlanmıştı. Ancak bütün dönüşlerde olduğu gibi, ileriye gittikten sonra geri dönülen zamanın koşullarına uyum sağlamak zor. Biz şimdi ilkokul sıralarına uygun değiliz. Şu anda sahip olduğumuz ekipmanlar, iki dünya savaşından sonra sahip olduklarımızdan çok daha az ve zayıf. Diktatörlükler daha boğucu, Kitlesel yerinden edilmenin eşlik ettiği nüfus dağılımı daha şiddetli. Akrabalığa dayanan bağlılıklar daha yoğun ve gruplar arası nefret her zamankinden daha fazla. Birinci Dünya Savaşından sonra doğan ve ikinci savaştan sonra tüyleri çıkmaya başlayan modern yapılar, çatlama ve çökme arasında gidip geliyor. Daha da kötüsü, bunları inkarın daha baskın ve güçlü olmasıdır. Bu nedenle çoğumuz, özellikle de entelektüel çevreler, yukarıda açıklanan koşulları zafer olarak tanımlamakta tereddüt etmiyoruz. Elbette bir de, 1914’teki birinci savaş ile aramızdaki yüzyıl ve 1939’daki ikinci savaş ile bizi ayıran 75 yıl arasında uzanan zaman diliminin ne içeriği ne de gidişatıyla dünya halklarının hiçbiri için aynı geçmemiş olduğu gerçeği de var. Bu, geri dönülse bile şimdi ilköğretim koşullarının da daha zor hale geldiği anlamına geliyor. Ancak dönüş, diğer faktörler nedeniyle de zor. Bu faktörler arasında şunlar var; kitlesel hale gelen Avrupaya göç ve sığınma, eğitim, Batılı fikirlerin tanınması, her türden eşitlik çağrılarının genişlemesi, bilgi devrimiyle birlikte hükümetlerin medya üzerindeki kontrolünün kırılması, bireyciliğin ve özgür düşünce alanının genişlemesi ve eskiye dönmenin imkansız hale gelmesi. Ama 2021 yılında yaşadığımızdan, bilim ve teknoloji tüketimimizde, vergi ödemelerimizde, çocuklarımızın eğitiminde ve diğer ülkelere göçümüzde var olan koşullara uygun yaşamaya mahkumuz. Bu nedenle de, arafta ve iki arada yaşayan biri gibiyiz. Bu dünyada şaşkın ve kaybolmuş bir şekilde dolaşıyoruz. Başımız geçmiş zamanlardan sarkarken ayaklarımızla kaygan bir zemine tutunmaya çalışıyoruz. Tarihimizin geniş alanları, üzerinde hiçbir etkimizin olmadığı, olasılıkların, hatta belki de olduğundan farklı olabilecek kırılgan tesadüflerin hükmettiği olaylar tarafından kontrol ediliyor. Dünyanın tamamının bir kriz yaşadığı doğru. Aynı şekilde, gezegenimizdeki en gelişmiş ülkelerden bazılarının, insanlık tarihindeki en kanlı ve ölümcül iki dünya savaşında savaşanlarla aynı olduğu doğru. Ancak bizim, ötekilere kendilerini aşma olanağı tanıyan bir hedefe, geleneğe veya kurumlara sahip olmadığımız da doğru. Yapıların hangi zayıf temel üzerine inşa edileceği bile belirsiz; devlet mi, ordu mu, düşünce mi yoksa özel ve kamu sektörleri mi? Suriyeli devrimciler, acımasız ölüm makinesine karşı düzenledikleri gösterilerde “Senden başka kimsemiz yok Allah’ım” sloganını atmışlardı. Kendi yöntemleriyle, çok önceden gerçeği tarif etmişlerdi.
مشاركة :