Arap siyasetinin felâketi: Toplumun askeri karaktere bürünmesi ve dinin siyasete alet edilmesi

  • 5/2/2019
  • 00:00
  • 3
  • 0
  • 0
news-picture

Sudanlı entelektüellerin katıldığı bir televizyon programında Prof. Dr. Nahid Muhammed el-Hüseyin Hanım, ‘Sudan devriminin’ siyasal İslam ve askeri hükümet ile ideolojik bir kopuşun başlangıcını temsil ettiğini ifade etti. Temennim odur ki bu doğru olsun ve Sudan, hatta diğer Araplar, darbeler ve tankın tepesinde gelen askeri iktidarın döngüsünden çıksın. Kâh Mısır, Suriye ve Irak’ta olduğu gibi dinî olmayan kapsayıcılık kâh 1989 yılında Ömer el-Beşir ve Hasan et-Turabi ile birlikte Sudan’ın yaşadığı gibi dinî olan bir kapsayıcılığın ideolojisinden kurtulsun. Kapsayıcılık genelde din ve dünya akımları ve partileri arasındaki ortak etkendir. Yani dini dünyadan ayırmayı dillendirenler -ki sadece devleti kastetmiyorum- ile dini, hayatın her alanında hissettirme düşüncesiyle yola çıkanlar arasında. Hepsi için de çözüm için tek bir yol var; başkası yok. Filistin için bir yol varsa silah namlusundan geçer. İktidara giden yol ise başka bir silahın namlusundan. Özelde Sudan ve genelde Arap darbe ülkelerinin durumunu ele alacak olursak da yine Prof. Hanım’ın söylediklerinin doğru olmasını ya da doğru bir başlangıcın ipucu olmasını umuyoruz. Gelgelelim Sudan’ın modern tarihi, bu umudu beslememize izin vermiyor. Sudan 1956 yılında bağımsız oldu. 1957 yılında İsmail Kebide önderliğindeki başarısız darbeden sonra 1958 yılında Korgeneral İbrahim Abud tarafından yönetilen darbe ve hatta 1989 yılındaki el-Beşir-et-Turabi darbesinden bu yana Sudan, ondan fazla askeri darbe ile yüzleşti. Bunlardan bazısı başarısız bazıları ise başarılı idi. Dikkat çekici olan şu ki bu darbelerin çoğu, demokratik seçilmiş sivil hükümetlere karşı yapılmıştır. Aynı şey Suriye, Irak ve Yemen için de söylenebilir ki hepsi de Arap. Söz konusu umudu daha da zayıflatan şey, Sudan’daki Askeri Geçiş Konseyi’nin açıklaması oldu. Açıklamada ‘hâkimiyet’ meselesi haricinde iktidarın tamamen sivil olacağı, hâkimiyetin ise orduda kalacağı söylendi. Açıkçası ben bu açıklama üzerinde epey durdum. Öyle ya, hâkimiyet ordunun elinde olacak da ne demek? Hâkimiyet, bir devletin ruhudur ve o olmaksızın devlet, ölü bir beden gibi olur: Tüm organlar yerinde ama yaşam soluğu yok. Böyle bir şey yani hâkimiyetin orduda kalması, evin reisinin aile bireylerine tam özgürlük vermesi ama hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda veya zaman zaman duruma müdahale hakkını saklı tutmasına benziyor. Nerede kaldı özgürlük? Bu nice bir şey? Abdurrahman Suvar ez-Zeheb’in (1934-2018) tecrübesi gerek Sudan gerekse Arap dünyasında türünün tek örneğiydi. Bir askerin iktidarı gönüllü olarak sivil güçlere teslim ettiği bu hikâye, türünün tek örneği olarak kaldı ve tekrar böylesi bir hikâye yazılmadı. Özellikle son hâkimiyet açıklamasından sonra gerçekten zayıf bir ümitle Sudan’da bunun tekrarlanmasını umut ediyorum. Bence askerin Arap siyasi hayatına müdahale etmesinin iki kaynağı var, bir üçüncüsü yok. Bunlardan biri, Arap sivil toplumunun dernekler, kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri bakımından kırılganlığı; diğeri ise, Arap siyasi kültürünün tarihsel olarak tepeden yani iktidara el koyandan geleni ve dolayısıyla ‘tek yolu’, tek yönü, tek çözümü kabullenmeye alışkın dar ufku.  Arap sivil toplumunun kırılganlığı kendini bir askerin iktidara sıçraması, onu iptal etmesi ve hatta zengin bir sivil topluma ait olduğunu düşündüğü her şeyi yok etme gücünde gösteriyor. Örnek olarak 23 Temmuz 1952 ve sonrasındaki Mısır’ı ele alalım. Mısır, bu tarihten önce sivil toplumda en zengin ülke olarak kabul ediliyordu. Devrim Yönetim Meclisi tarafından alınan pek çok kararla Mısır sivil toplumu; tüm partileri, meclisleri ve toplulukları ile sona erdi. Orada artık Tahrir Heyeti, sonra Ulusal Birlik Heyeti ve son olarak da Sosyalist Birlik Heyeti gibi iktidarın tüm iplerini elinde tutup toplumdaki harekete yön veren tekelci resmî kurumlardan başkası yoktu. Aynı şey askeri darbe yönetimlerinden önceki Suriye ve Irak sivil toplumu için de geçerlidir. Arap bölgelerindeki bu sivil toplum kırılganlığının sebebi nedir? Bu başka bir konu olmakla birlikte başlıca sebebinin bu toplumun tarihsel içeriğinden boşaltılması olduğu söylenebilir. Arap tarihi boyunca siyasi despotluk, iktidarın odağı oldu. Ya da isterseniz Arap dünyasında iktidarın başlığı idi diyelim. Diğer her şey ikincil planda kaldı. Nihayetinde sadece bir hâkim ve mahkûm (yöneten ve yönetilen) vardır ve bu ikisi arasında başka bir şey yoktur. Bu, işin bence en önemli olan bir yönü. Başka bir yönü daha var ki o da etkin sivil bir toplumun Kahire, Şam, Bağdat ve Beyrut gibi başlıca Arap başkentleri ile sınırlı gibi görünmesi. Diğer parçalar ve hatta bu veya şu Arap ülkesinde en büyük parçalar ister ekonomik veya siyasi ister toplumsal olsun, herhangi bir yenilik ve modernleştirme ile ilgisi olmayan geleneksel toplum yapısına boyun eğiyor. Örneğimiz yine Mısır olsun. Orası Kahire ve İskenderiye gibi kentler haricinde modern toplumun varlık göstermediği bir yer. Mısır ülkesinin geri kalanı sınıflandırma, kötü servet dağılımı, toplumsal veya kültürel olarak geleneksellik ve fakirliğin boyunduruğu altında ezilmiştir. Siyaset ise bununla ilgilenmez. Belki servetin ve dolayısıyla iktidarın eklemlerine çöken şu veya bu geleneksel toplum liderinin seçiminde şeklen bir katkı sağlar, o kadar. Arap siyasi kültürünün dar ufuklu oluşuna gelince… Bu da aynı şekilde bu alanda tarihi tecrübenin eksikliğinden, hatta yokluğundan kaynaklanıyor. Bunun müsebbibi, Emevi Devleti’nden başlamak üzere Nasırcı, Baasçı ve ulusalcı devlet egemenliğinden bu yana oluşan ve tüm bunların öyle veya böyle askeri varlıklarla karıştığı tekelci iktidardır. Arap siyasi kültürü, olaylara tek bir açıdan bakar. Çoğulculuk, başka tatların var olma ihtimali, iktidar sahibinden (iktidarın kurucusundan bahsetmiyorum) gelen biricik çözümün dışında bir seçenek, Arabın kültürel anlayışından ve dolayısıyla siyasi kültüründen uzak bir şeydir. Bu belki nadir anlarda yaşanır ama onda da kurtarıcı bir lider, öncü bir parti ve beklenen İmam’ın gelişiyle parlaklığını hemencecik kaybediverir ve isimler çoğalırken asıl etkin, teke iner. Bu noktadan hareketle tarihi sivil anlar var olsa da ömrü uzun olmaz zira ordu, hemen tek çözümü dayatıvermek üzere olaya el atar. Askerin şu veya bu ideolojik kıyafeti üzerine geçirmesi arasında da fark olmaz. Bu durum için en belirgin örnek Irak ve Şam’daki Baas darbeleri, Kaddafi’nin darbesi, Sudan’da el-Hayri darbesidir. Kırılgan bir sivil toplum ve özgür bir toplumsal hareketi ürün olarak vermeyen siyasi bir kültürün söz konusu olduğu durumda askeri kurum, nihayetinde demirden eliyle iktidara el koyabilecek en güçlü kurumdur.  Dinin siyasete alet edilmesi ise 1928 yılında İhvan-ı Müslimin hareketinin meydana gelmesi ile gündeme geldi. Hasan el-Benna’nın (1906-49) liderliğinde bu hareket dini siyasete alet ederken daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde siyaseti de dini bir karaktere büründürdü. Doğrudur, İhvan hareketinin doğuşundan önce ve sonra pek çok düşünür ve ilgili, siyasi mesele de dâhil olmak üzere İslam’ın ve İslam kültürünün Batı medeniyeti karşısındaki krizini gözler önüne serdi. Ancak bu, aynı zamanda hem Müslüman hem de çağdaş nasıl olunur, Batı ilerlerken Müslümanlar neden geri kaldı gibi acil varoluşsal sorulara çözüm sunan medeni İslam kabilindendi. İhvan-ı Müslimin ise en başından beri sahaya siyasi bir parti olarak girdi ve özellikle 70’li ve 80’li yıllarda ‘uyanış’ düşüncesinin ‘egemenliği’ ile farklı yönelimlere sahip İslamcı diğer partileri doğurdu. Sünniler ve Şiiler arasında mezhep ve siyaset temelli ayrışmayı besleyen İran devrimi ve Sovyetlerin Afganistan işgali ile birlikte siyasal İslam, tüm çözümün bir parçası hatta tüm çözüm oldu. Bunda siyasal İslam’ın sokakları seferber etme yeteneğinin de katkısı oldu. Bu konuda yetenekliydi zira söylemleri ve sloganları, bu sokakla paylaştığı din ve tarihten besleniyordu. Bir yanda kitlelere yön vermeye güç yetiremeyen bir sivil toplum kırılganlığı diğer yanda tek çözümün büyüsüne kapılmış ve bir gün zulüm ve zorbalıkla dolan bu topraklara beraberinde adaletle gelecek tek kahramanı bekleyen siyasi kültür… Daha sonra ordu ve din üzerine tekrar konuşuruz.* Türki el-Hamadın Independent Arabia’da yayınlanan makalesi

مشاركة :