Husiler Mekkeye dahi roket atmaktan çekinmiyorlar. Mekke’nin kalplerimizdeki yeri bambaşkadır, çünkü içinde Kâbe vardır, Müslümanların hac için yöneldikleri kutsal bir mekândır orası. Buraya roket atanların dini ne ola ki?! Bu mekânların kutsiyetini nasıl çiğneyebiliyorlar, anlamak mümkün değil. Bu türden davranışlar ancak mezhep temelli bir ideolojinin ürünü olabilir. Dini, Müslümanların geleneklerini ve alışkanlıklarını yok saymanın bir neticesi olsa gerek… Daha önce de cihad ve mehdilik adına 1979-80 yılları arasında Cuheyman el-Uteybi tarafından Kâbe baskını gerçekleştirilmiş, “Beklenen Mehdi”nin ortaya çıkışı bahanesiyle ibadet ve tavaf edenlerin yüreklerine korku salınmıştı. Fanatikler ve bölücüler, eğilimleri, amaçları ne kadar farklı olursa olsun, benzer şekilde davranırlar. Ama netice itibariyle haklı olan azınlık, çoğunluğa galebe çalar. Bu kesimin (İran rejimi) talihsizliklerine sapkınlıklarını, din dışı uygulamalarını, İran çıkarları için Ehl-i Beyti kullanmalarını, Müslümanlara yönelik nefretin oluşmasındaki rollerini ekleyebilirim. Neredeyse 20 yıldır, İran yanlısı milisler ve onların uzantıları, Doğu Arap bölgesindeki topraklarda bozgunculuk yapıyorlar. Liderlerimiz bu yaygın kötülükle şu söylemle başa çıkmaya çalışıyor: ‘Ya bu kırılgan istikrarı sürdürmek için sabredeceğiz ya da iç savaşa razı olacağız.’ Milislere bu tür bir teslimiyetin devletler ve hükümetler pahasına olduğu anlaşılmıştı. Peki, sonuç nedir? İstikrar yine sağlanamadı, devletler ve yönetimleri çökertildi, uluslararası aktörler bu milislerle iletişim kurdular, onlarla işbirliği yaptılar, zira hazır fiili bir güç anlamına geliyorlardı. Mesele büyük güçler açısından çoktan İsrail meselesini aşmıştı. İsrail savunma bakanı Arens, 2000 yılında birliklerini güney Lübnan’dan çekerken şöyle demişti: “Lübnanda geri çekilmeyi dahi koordine edilebilecek bir otorite yok, sadece ülkenin güneyinde otoriteyi ele geçirmiş İran Hizbullah’ı var. Bu partinin arkasında da Suriye rejimi var.” Lübnan’daki bu gerçekliğe, 2003’te ABD işgalinden sonra Irak, 2011’den sonra da Suriye katıldı. İstenilen istikrarın romantik bir barış getirdiği zannedilmesin, bilakis soğuk savaş ve bazen de yerinden etme, sükast ve cinayetlere neden olan sıcak savaşlar devam etti. Bu yıkıcı işgali engelleyebilecek bir direniş türü geliştirilemedi. Söz konusu bakış açısından asgari bir fayda dahi sağlanamadı, bilakis sömürü, gaflet ve korku ile sonuçlandı. Moralleri çökertmek için soğuk savaş yöntemleri kullanıldı. Tarih ve geleceğe dair tartışmalar ‘çocuk ikna edilemez’ bahanesi ile iptal edildi. Doğu Arap bölgesinde bize dayatılan gerçeklik, sosyal birimlerin ve devletlerin gücü nedeniyle körfez’de gerçekleşmedi. Fakat biz birkaç gün önce Mekke’ye düzenlenen roket saldırısı, Suudi Arabistan’a 1996 yılında yapılan saldırı üzerinde biraz kafa yormuş olsaydık İran’ın suikast, tehdit ve sabotaj yöntemlerini sürekli kullandığını anlayabilirdik. Körfez ülkeleri, Lübnan’a yapılanların bir benzeri Bahreyn’e yapılınca dayanamadılar ve hemen müdahale ettiler, benzer bir müdahaleyi sonradan Yemen’e de yaptılar. İran’ın Araplara ve İslama karşı savaşı her yerde devam ediyor. Bizler ise buna şikâyet ve savaştan kaçınma şeklinde karşılık veriyoruz, İran devletiyle komşuluk ilişkilerinin yeniden tesis edilebileceğini umuyoruz. Bu yaklaşım, Irak, Lübnan ve Yemende işe yaramadı, son yirmi yılın olaylarını özellikle de son beş yılı dikkate aldığımızda Körfezin deniz sularında da fayda sağlamayacağını anlarız. İstikrarın sağlanması iddiası vardı, peki kimden bekleyeceğiz? İran’dan mı İsrail’den mi? Buna ancak korkuya dayalı şantaj denilebilir. İran mantığı şudur: ‘İstediğimiz zaman size zarar verebiliriz, hareket etmemeniz sizin menfaatinizedir, ABD ile işbirliği yapmamalısınız, aksi takdirde limanlarınız ve hava sahasınız tehdit altında kalmaya devam edecektir.’ Hatta herhangi bir hareket, işbirliği veya uyanma olmasa bile, bu, bombalama, suikast ve kapsamlı bir "savaş altındaki" zorlukların süresiz olarak sürmeyeceği anlamına gelmez. Dolayısıyla, kırılgan bir barışın riskleri savaşın tehlikelerinden farklı değildir, savaşın caydırıcılığı olabilir, ancak tasallut ve baskıyla sağlanan barış da elbette ki işe yaramayacaktır. Çünkü İranın varlığında tek tip barış vardır, o da oyalama, ihanet, cinayet, suikast ve yerinden etme barışıdır. Ne hikmetse, bu mücadelenin sununda sürekli olarak Velayet-i Fakih rejimi ve milisleri galip çıkıyor! Kuzeyden güneye kadar biz Araplar, neredeyse 20 yıldır sabrediyoruz. Bu durum Suudi Arabistan ve BAEyi özellikle denizlerini ve topraklarını kendi güçleriyle korumaya sevk etti. Büyük ve kapsamlı bir savaştan kaçınmak için de ABDden yardım aldılar. İki Arap devletinin yaptığı, güvenlik, ekonomik çıkarlar ve stratejik koridorlar üzerindeki küçük savaşları reddetmekti. İki ülke bunu yapmasaydı onlarca durumda olduğu gibi İran ve milisleriyle sürekli didişmek zorunda kalacaklardı. Suudi Arabistan kralı, kuvvet ve kararlılık silahıyla elde edilen güç sayesinde iki günde üç zirve çağrısında bulundu: Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi Zirvesi, Olağanüstü Arap Zirvesi ve İslam Zirvesi. Bu sefer her zamanki gibi olmayacak, ABD başkanının bizleri katılmaya davet ettiği Arap NATO’ya işlerlik kazandırılması bekleniyor, zira önceki tepkiler olumlu olmamıştı. Suçlu Husilere sağlanan koruma kalkanı derhal kaldırılmalıdır. Yemenin kara ve deniz güvenliğine, Körfez devletlerinin ve Kutsal Toprakların güvenliğine yönelik uygulamaları ve tehditleri sona erdirilmelidir. Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi Kuzey Arap ülkelerinde yaşanabilecek olası sıkıntılar konusunda endişelerimiz var. Ürdün dışında, bazen terörle mücadele bazen direniş bahanesiyle bazen de hiçbir bahane ortaya konmadan İran milislerinin tam bir işgalinden bahsediyoruz. Birkaç gün önce, bir Katyuşa roketi Bağdatın merkezindeki Yeşil Bölgeye atıldı. Bu türden saldırılar önümüzdeki aylarda Amerikan çıkarlarına darbe vurma bahanesiyle onlarca kez tekrarlanacaktır. Bunları suikastlar ve diğer öldürme ve yıpratma biçimleri takip edecektir. Direnişçiler, ilahi yardım gelene kadar İsrail’e dokunmayacaklardır! Bu nedenle, İran istilası nedeniyle paramparça olmuş ülkeler güvenliklerini ve geleceklerini nasıl restore edeceklerine bakmalılar. Ancak bu nasıl olacak ki; Irak Haşdi Şabi milisleri, Suriye Beşşar Esed ve İran milisleri, Lübnan İran milisleri tarafından işgal edilmiş durumda. İran milislerinin siyasi güçlerine bir de Doğu Hıristiyan Komitesi ve Azınlık Koalisyonu eklendi! Kuzey Arap ülkelerinin yaşadığı bu trajedi tarihte yaşanmış mıdır, gerçekten bilmiyorum, ancak bu işgaller ve yıkımlar bizlere Haçlılar, Moğollar ve Tatarlar dönemlerini hatırlatıyor. Beş ila altı yıl içinde 1 milyon insan öldü, 12 milyon insan yerinden edildi, ekonomik ve sosyal yıkımlar yaşandı. Ey Güneyin Arapları ve Körfezliler, bu kez İran’ın sözde barış hamlelerine aldanmayınız! İsrail ve İran arasında sıkışıp kalmış Doğu Arap ülkelerinin maruz kaldığı sıkıntılardan ibret alınız! Kuzeyde, güneyde, doğuda ve batıda yaşayan biz Araplar, utanç verici barış ile her halükarda içinde bulunduğumuz durumdan daha az zararlı olan savaş arasında tercih yapacağız. İranlıların Humus’ta bulunan kabrini yerle bir ettiği Halid bin Velid bakın bizlere ne diyor:”Ölümü talep edin ki hayat size bahşedilsin!” “Yüce Allah iradesini yerine getirmekte her zaman mutlak galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf,12/21)
مشاركة :