Dünya medeniyetleri, gerçekten de boğulmanın eşiğinde mi?

  • 6/13/2019
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

Biz büyük yazar Amin Maalouf’un moralimizi yükseltmesini ve bu bunaltıcı zamanlarda bir doz iyilik aşılamasını beklerdik ama o, karamsarlık üzerine karamsarlık telkin ediyor. Biz ondan Suriye, Lübnan ve Arap doğusu (kalbindeki değerli asli bölge) halkı olarak bizden yükümüzü almasını umardık ama o, tüm kapıları ve pencereleri yüzümüze kapatarak bize uçuruma doğru yürüdüğümüzü söylüyor. Bu, bana Michel Onfray’ın Decadence (Çöküş) adlı kitabının sonlarında yer alan şu ibareyi hatırlattı: “Teknemiz batıyor (en azından insanlık gemisini veya Batı medeniyetini kastediyorum). Bu olaya teslim olmak ve tüm zarafeti ile onunla birlikte boğulmaktan başka bir çaremiz kalmadı”. Acaba Amin Maalouf da Michel Onfray taifesine mi katıldı? Yoksa Bernard Henri Levy’nin kitabındaki İmparatorluk ve Beş Kral grubundan mı? (Burada kastedilen Büyük Amerika Batı İmparatorluğu ile onu dişleri arasına sıkıştırarak yerini almak isteyen Arapların, İranlıların, Türklerin, Çinlilerin ve Rusların krallarıdır). Eğer böyleyse bu beni endişelendirir. Ancak daha da endişelendiren Lübnanlı büyük Arap yazarımızın insanlık gemisinin hepten boğulmaya doğru gittiğine ve 1912 yılında Titanik gemisinde olduğu gibi bundan da hiçbir şekilde kaçış olmadığına dair sözüdür. İşte görüyorsunuz, Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ teorisinden yeni çıkmıştık ki Amin Maalouf’un ‘medeniyetler boğulması’ teorisine girdik. Ben eleştirimi onun bugün dünyayı meşgul eden radikallik meselesine dair görüşü üzerine yoğunlaştıracağım. Amin Maalouf, İhvancı, DEAŞ’çı radikalliği yalnızca Arap dünyası değil tüm insanlık için temel bir sorun olarak görüyor. O kadar ki karanlığın tüm dünyayı sardığını ve Lübnan ile Arap doğusunun ışıkları söndüğünde dünyayı karanlık bürüdüğünü söyleme noktasına kadar varıyor. Ancak DEAŞ’çı olan ve olmayan radikallik olgusu için sunduğu açıklama, istenen düzeyde değil. Zira gereğinden fazla yüzeysel, aceleci bir gazeteci yorumu. Onu okurken bende çoğunlukla, burnunun ötesini görmeyen bir ideolojist veya siyasi bir aktivist okuduğum hissi uyandırdı. Bunun için diyorum ki bize tam olarak ve derinlerde neye varmak istediğini açıklayan bir Arap Hegel’ine ya da Kant’ına ihtiyacımız var! Konu hakkındaki satırlarını okuduktan sonra şu sonuca vardım: Derin bir düşünür olmadan da büyük bir edebiyat yazarı olabilirsiniz. Her insan bir Tocqueville veya Raymond Aron olamaz. Edebiyat bir şeydir; felsefe ayrı bir şey. Onun düşüncesine göre aydınlanma ve hoşgörü çağını onun çocukluk yıllarında (aynı zamanda benim de. Zira benden sadece bir yaş büyük. Tabi sosyal sınıflarımız da farklı. O, merdivenin en üst basamağındayken ben en aşağısındaydım) yaşıyorduk. Altın çağı ise Abdunnasır ortaya çıkana kadarki liberal Mısır ve 1975 yılındaki iç savaş patlak verene kadar birbiri ardı sıra gelen Lübnanlı devirlerde yaşadık. Hiç şüphe yok ki Lübnan’ın bir zamanlar Doğunun İsviçre’si olduğunu söylerken haklı. Kültürün, entelektüellerin, yayınevlerinin, özgür çoğulcu basının vs. merkezi olan Beyrut, Arap aydınlanmasının başkenti olarak Kahire’nin yerini almıştı. Evet, tüm bunlar doğru. Ama o dönemde mezhepçiliğin kayda değer bir varlık göstermediği sonucuna bağladığında ya hata yaptı ya da ideolojik hareket etti. Gerçekliğe dair pembe bir görüntü sunuyor. Öyle ya söyledikleri şu manaya geliyor: O dönemde insanlar, etnik, dini ve mezhepsel farklılıklarına rağmen barış ve uyum içerisinde yaşıyordu. Bu söz beni şaşırttı. Hatta sinirlendirdi. O zaman anladım ki kendisi hiç derinlik sahibi bir düşünür değilmiş. İşte bu yüzden bu kitabı gereğinden fazla yüzeysel buldum ve çıktığının ertesi günü heyecanla almış olmama rağmen kitap hakkında yazma düşüncesinden vazgeçtim. Ben bu kitapta benzeri görülmemiş harika keşifler bulacağımı umuyordum. Onu okurken yitik malımı bulmuş gibi olacaktım. Ne kadar yanılmışım! Bunları Amin Maalouf hayranı ve onun uluslararası düzeyde eriştiği üstün konumla gururlananlardan biri olarak söylüyorum. Suriyeliler ve Lübnanlılar başta olmak üzere biz Arapların ve tüm Doğuluların başını kaldırmıştı. O, Fransız akademisinde kendine yer bulan ve ünlü antropolog ClaudeLevi-Strauss’un kürsüsünü işgal eden tek Doğulu Arap’tı. Daha önce birkaç kitabını okumuş ve özellikle de Kökler adlı kitabından büyük zevk almıştım. Bu kitap harika, sürükleyici ve neredeyse polisiye diyebileceğim bir üslupla yazılmış edebi bir yapıt! Demem o ki Amin Maalouf, asla küçümsenmeyecek birinci sınıf bir sanatçıdır. Yalnızca kendisine değil tüm bölgeye ait bir hatıra kitabına benzeyen bu yeni kitabını okumak gerçekten de zevk verici. Ancak tekraren söylüyorum ki Maalouf, büyük bir düşünür değil. Arap ve tüm İslam dünyasının içinde bulunduğu derin krize dair tarifi hakkında ona şunu söylemek istiyorum: Radikallik gibi önemli bir olguyu anlamak istiyorsak topluma yüzeysel bakarak dış kabuğuna göre değerlendirmemeliyiz, sayın Amin Maalouf. Alt sınıflara inmeli; en düşük katmana, en derin noktaya varana dek arkeolojik kazı yapmalıyız. Bu İhvancı, DEAŞ’çı radikallik olgusu, depremler ve patlayan volkanlar gibi ta en derinlerimizden çıktı. Bu yüzden bu meseleye ‘Araplar ve Kültürel Volkanlar’ adıyla, tam bir kitap yer ayırdım. Yani mezhepçilik yana yakıla özlemini çektiğiniz çocukluk döneminiz ve altın çağınızda yok ise bu, onların derinlerde gömülü olmadığı veya şimdi uykuda ama patlamak için uygun anı veya kıvılcımı kollamadığı anlamına gelmez. Nitekim sonra olan da buydu. Siz yüzde onu aşmayan zengin burjuva kesimine ve yüksek tabakaya mensup olabilirsiniz ama halkın geri kalan yüzde doksanlık kesimi, çiftçiler, işçiler ve sade bir yaşam süren halk tabakalarından oluşuyordu. Küçük, dar bir sosyal tabana sahip güzel Arap liberal çağı, bu yüzden başarısızlığa uğradı ve onun yerini Nasırcı, Baasçı ve hatta Marksist komünist tarzdaki ideolojik sosyalizm çağı aldı. Ancak bu da uzun sürmedi ve 5 Haziran 1967 yenilgisi ve Arap milliyetçiliğinin lideri Cemal Abdunnasır’ın 1970 yılındaki ölümünden sonra yerini siyasal İslam’ın tüm sürükleyici akımları ile İhvan-ı Müslimin’e bıraktı. Bunu, İhvan’ın yakın zamanda çöküş ve yok oluşa aday hale gelmesine rağmen söylüyoruz… Ama bu da yetmez. Şunları da söylememiz gerekir: Bilinmelidir ki İslam, Avrupa’daki Hıristiyanlığın aksine büyük aydınlanmacı eleme sürecinden geçmedi. Bundan dolayı dindarlığın taşlaşmış tekfirci radikal yapısı, halen baskın. İslamcı kültürümüz Hıristiyan kültürüne uygulanan ve Hıristiyan din adamlarının 300 yıl (on yedinci asırdaki Spinoza ve Richard Simon zamanından 1962-65 yılları arasındaki İkinci Vatikan Konsili’ne kadar) aralıksız olarak direndiği tarihsel eleştiri yaklaşımına tâbi tutulmadığı sürece de baskın olmaya devam edecek. Bunlar, insanların belalara uğramış Arap doğumuzda tam olarak neler yaşandığını anlaması için söylenmesi gereken şeyler. On altıncı asırdan itibaren Avrupa’da yaşanan Katolik-Protestan mezhepleri arasında yaşanan savaşlar, şu an Arap doğumuzda gerçekleşen Sünni-Şii mezhep savaşlarından pek de farklı değil. Tek fark, birincisi 300-400 sene önce yaşanmışken ikincisinin yirmi birinci yüzyılın başlarında gözlerimizin önünde yaşanıyor olmasıdır. Bu, Araplar ile Batı, İslam ile Avrupa Hıristiyanlığı arasındaki tarihsel mesafedir. Ben tüm bunlara, Amin Maalouf’un kitabında da denk gelmek isterdim. Bunlar, Arap ve İslam araştırmaları uzmanı olmamalarına rağmen Gilles Kepel ve Luc Ferry tarafından bile dile getiriliyor ama Amin Maalouf’un aklına gelmiyor. Bin yıldan fazla bir süredir kan toplanıyor ve şimdi zamana ayarlı bomba gibi yüzümüze patlıyor. Şunları diyesim geliyor: Ne güzel de yapıyor. Öfke biriktiren her şey patlamalı ve tarihin rahat bir nefes alması ve bizim de kendimizden, yüklerimizden, birikmiş dertlerimizden, partizanlığımızdan ve mezhepçiliğimizden kurtulmamız için patlamalara doymalı. Sonra da özel anlamda Orta Çağcı, İhvancı, DEAŞ’çı, din ve dindarlığa dair eski, karanlık zihniyetimizden kurtuluruz. Bu zihniyet, beşikten mezara kadar hayatımızın her alanını kontrol altında tutuyor. Tıpkı ilkokuldan üniversiteye, camilerden sanal dünyalara kadar Arap eğitim programını kontrol ettiği gibi. İslam dünyasının en uzak noktasına kadar hepimiz, Orta Çağ karanlığına ve geçmiş asırların zihniyetine dalmış durumdayız. Şimdi bir numaralı küresel sorun da burada gizli. Enkaz haline gelmeden önce tüm yeryüzü sarsılacak! Biz şimdi tüm bu tarihsel hesapların faturasını tek seferde ödüyoruz. Mevcut aşamanın vahşeti ve tehlikesi bundan kaynaklanıyor. Ama bunların hiçbiri, Amin Maalouf’un hatırına bir an bile gelmiyor. Bu yüzden diyorum, o derinlik sahibi bir düşünür değil, diye. Shakespeare’nin de dediği gibi “Kara bulutlarla kaplı gökyüzü, kasırga kopmadıkça aydınlanmaz”. Yani diyorum ki tarih felsefesine göre şu an yaşadığımız an, zevahirin hissettirdiği ve Maalouf’un düşündüğünün aksine ‘gerileyen’ değil ‘ilerlemeci’ bir andır. Bunu on binlerce, belki milyonlarca kurbana, felâketlere ve vahşete rağmen söylüyorum. Bu, Arap dünyasının bir gün uyanması ve Orta Çağ karanlığından modern çağlar aydınlığına çıkması için ödenmesi gereken büyük vergi. Şimdi, bu satırları Amin Maalouf’un kitabından başka kitaplarla süsleyeceğim. Önümde ona ve onun tarih için felâket tellalı mahiyetindeki görüşüne aykırı olan kitaplar var. Aydınlanmak için bilerek önüme koydum. Her şey zıddıyla anlaşılır. Harvard Üniversitesi Felsefe ve Psikoloji Profesörü Steven Pinker’a ait olan Işığın Ezici Zaferi adlı kitap önümde duruyor. Batıyı sarsan bu eser, yüreğimi soğuttu ve kalbime bir ferahlık verdi. Bu kitap, radikal, kavgacı, gerici, ışıktan ve modern medeniyetten nefret eden tüm akımları susturan bir cevap niteliğinde. Herhangi bir kafa karışıklığını önlemek adına söylüyorum ki Amin Maalouf, asla bu akımlardan birine mensup değil; bu söz götürmez bir gerçek.  O, tarih felsefesine dair düşünce ve yaklaşımında düştüğü tüm hatalara rağmen halen Arap aydınlanmacılığında bir meşaledir. Harvard Üniversitesi Profesörü olan Steven Pinker, kesin delil ve titiz istatistiklerle ışıkların görevinde başarılı olarak yeryüzünün en büyük medeniyetini kurduğunu ispatlıyor. Söylediğine göre biz şu an, felsefi, bilimsel ve siyasi ışıkların zaferi sayesinde tarihin en güzel anını yaşıyoruz. Yaşam süresi, 40’tan 80’e çıkarak geçmişe oranla ikiye katladı. Tıbbın ilerleyişi, insanlığı sürükleyip götüren salgın hastalıkların çoğunu ortadan kaldırdı. Aşırı yoksulluk oranı, 1820’de yüzde 90 iken şimdi yüzde 10’a düştü. Bu, tarihte yaşanan en büyük ilerleme ama kimsenin dikkatini çekmiyor. Cehalet, üçüncü dünya ülkelerinde bile büyük oranda geriledi. Örneğin 1870 yılında doğusu ve batısı ile Arap dünyasında eğitim oranı sadece yüzde 1 idi! Şimdi kaç peki? Seviyeler ülkeden ülkeye değişmekle birlikte yüzde 75. Aradaki farka bakın! Körpe yaşlardaki çocuk ölümleri, 1950 yılında yüzde 33 iken şimdi sadece yüzde 5. Avrupa ve Kuzey Amerika’da ise genel anlamda sıfıra indi. Tüm bunlar tıp ve tedavi yöntemlerinin gelişmesi ve her yerde tıp merkezleri ile hastanelerin yaygınlaşması sayesinde oldu. Sonra da gelmiş, diyorlar ki aydınlanma anlamsız bir şey! Falan filan… Böyle bir medeniyet mi batıyor? Bütün bunlar on sekizinci asırda Voltaire, Diderot, Condorcet, Kant vb. tarafından başlatılan ışıkların zaferi sayesinde gerçekleşti. Yazara göre bu ışıkların ideali yalnızca şu üç kelimedir: Akıl, bilim, hümanizm. Toplumu planlama ve geliştirmenin temel aracı olarak akıl ve bilime dayanan tüm devletler, halkları için kalkınma ve mutluluk sağlamada oldukça başarılı oldu. Dünyanın çehresini değiştiren bu büyük aydınlanmacı devrim hakkında daha fazla bilgi için kitabın Fransızca tercümesine bakınız: Steven Pinker: Le triomphedesLumieres, LesArenes, Paris, 2018. Ama kitabın İngilizce orijinal baskısına başvurmak elbette daha iyidir: Steven Pinker: Enlightenment Now: Thecasefor Reason; Science, Humanismand Progress, Viking, 2018.   Amin Maalouf’un tüm bu düşünsel fetihlerden habersiz olduğunu zannetmiyorum. Zira o büyük bir edebiyatçı ve aydındır. Bunu özellikle de Steven Pinker gibi tarih hareketinde iyimser bir yaklaşım benimseyen ve iki gün önce aramızdan ayrılan büyük filozof Michel Serres ile Ölümsüzler Topluluğu’nda (ya da Fransız Akademisi) arkadaş olduğu için söylüyoruz. Amin Maalouf, neden ondan etkilenmedi? Aslında kitabında dolaylı yoldan bunu belirtiyor ve modernliğin başarılarını kabul ediyor. Ama yine de felâketi çağrıştıran karamsar tarih felsefesinde ısrar ediyor. Cevap bulamadığım bu şey beni hayrete düşürüyor. Beni şaşırtan ve diyecek bir şey bulamadığım bir diğer şey ise kitap boyunca defalarca ömrünün son demlerini yaşadığını ve ‘hayatının akşam saatlerine’ geldiğini söylemesi. Hâlbuki henüz yetmiş yaşını aşmadı (1949 doğumlu). Michel Serres ise tam olarak 88 yaşında bu dünyadan göçtü. Neden böyle söylüyor peki? Hasta olabilir mi mesela? Allah göstermesin, ciddi bir hastalığı kastediyorum. Açıkçası bilmiyorum. Her halükârda dünyanın en gelişmiş ve üst düzey tıbbı olan Fransız tıbbı hizmetinde. 98 yaşına gelmiş Edgar Morin bile hayatının akşamını yaşadığını kabul etmiyor! Daha yeni ölümün her an kendisine sürpriz yapabileceğini ancak henüz onu karşılamaya hazır olmadığını açıkladı. Bu açıklamayı okuduğumda gülmekten ölecektim. Ama bu cesareti ve iyimserliğine hayran olmamak elde değil… İlginç olan yakın zamanda Montpollier Üniversitesi hocaları ve öğrencilerine bir konferans verdi ve iki saat boyunca kesintisiz olarak konuşmaya devam etti! Yani biraz iyimserlik, Amin Maalouf! Bize acil ihtiyacımız olan yeni yapıtlar hediye etmek için önünüzde inşallah daha çok seneler var.Haşim Salih - Independent Arabia

مشاركة :