Birkaç yıl önce Lübnan gazetelerinin yayınladıkları haberin ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Bu haberde, Şam rejiminin Savunma Bakanı Fahd Casim el-Freyc’in İran liderliğinden, Tahran’ın o tarihe kadar Suriye’ye 20 milyar dolar yatırım yapmış olduğunu aktardığı bilgisi verilmişti. Yine bu habere göre Tahran, bu yatırımlarına, insani, siyasi ve askeri fedakarlıklarına karşılık olarak Suriye’den, kuzeyinden güneyine uzanan geniş topraklar istemişti. El-Freyc’in bu mesajı Esed’e iletmesinin akabinde Rus müdahalesinin, taktiksel müttefik İran ile doğrudan karşı karşıya gelmeden daha farklı ve doğrudan bir şekil aldığı söyleniyor. Bunun ardından, el-Alevi Dağları (el-Nusayriye Dağları) ve Vadi el-Nasara dahil Suriye’nin kuzeybatısında Rusya, kapsamlı bir askeri varlığa sahip oldu. Daha sonra Rusya, “Beşinci Tümen” ile Suriye’nin güneyinde de varlığını kabul ettirdi. Moskova’nın Suriye’nin kuzeybatısına müdahalesi, Velayet’i Fakih rejiminin gölgesi altında yaşamak istemeyen 2 azınlığı yani Hristiyanlar ve Alevileri koruduğuna işaret ediyordu. Güneydeki Beşinci Tümen’in varlığı ise Havran bölgesinde istediği gibi davranan ve Tahran-Beyrut geçidini inşa etmeye çalışan Hizbullah’ın temsil ettiği İran emperyalizmine karşılık bir başka azınlığa yani Dürzilere, varlıklarını koruma fırsatı sağladı. Bunları söylememizin nedeni, Irak ve Lübnan’da artarda gelişen olaylar ve Suriye’nin fiili olarak bölünmesine daha çok yaklaşılmasıdır. Bu 2 ülkede olup bitenler, İran içerisinde bile tamamen Devrim Muhafızları’nın gücüne dayanan İran liderliğinin, 1979 yılından itibaren Arap dünyası içerisinde elde ettiği hegemonyadan feragat etmeyeceğini doğrulamaktadır. Tahran’ın, yayılmak ve ihtillalerini pekiştirmek için harcadığı ve harcamaya devam ettiği on milyarlarca doları, İran rejiminin politik düşüncesinin özünü oluşturan tarihi “intikam” başarılarını feda etmesi imkansızdır. Sünni Arapları tehcir ettirmekte ustalaşmışken ve Hristiyanlar dahi elinden kurtulamazken bedeli bir kan gölü olsa dahi bütün bunlardan vazgeçmeyecektir. Irak’ta Kerbela’dan Nasıriye, Necef, Amara, el-Hille ve Basra’ya Şiilerin çoğunlukta olduğu şehirlerde İran hegemonyasına meydan okunması basit bir şey değildir. Ne Kasım Süleymani’nin ne de bugün Irak’ta onu yücelten liderler, komutanlar ve destekçilerinin buna sessiz kalmaları düşünülemez. Lübnan’ın güneyinde ve kuzeydoğusunda da durum çok farklı değil. Nebatiye, Sur ve Kafr Ruman sakinleri ayaklandı. Baalbek halkı protestolar düzenledi. Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın televizyon konuşmaları ve örtülü tehditleri sıradan televizyon dizileri gibi oldu. Irak halk hareketi ve protestoculara gerçek mermilerle yapılan müdahaleler devam ederken dün güvenlik güçleri gerginliği yükseltecek bir karar aldı. Protesto gösterilerini Bağdat’ın Rusafa bölgesi yakınlarındaki Tahrir Meydanı ile sınırlama kararı aldı. Bu da pratik açıdan protestoları boğmak ve bir ayaklanmadan medya araçlarının kameraları için bir “folklor” a dönüştürmek anlamına geliyor. Politik açıdan ise bu karar, Tahran’a bağlı siyasi otorite ve güvenlik güçlerinin, protestoların siyasi yönü ile taleplerini birbirinden ayırmakta ısrarlı olduğunu açıkça gösteriyor. Sanki mali ve siyasi yolsuzluk, hesap verilebilirliği ve sonrasında cezalandırmayı engelleyen İran hegemonyasından ayrıymış gibi. Irak için geçerli olan Lübnan için de geçerli. Zira halka hesap veren bir parlamentonun denetimi altında olan hükümetler tarafından yönetilen doğal ve gerçek bir devlette milyonların ve milyarlar bu kadar büyük ve kötü bir yağmalama gerçekleşemez. Ancak her 2 ülkede de tam olarak bu yaşanıyor. Irak ve Lübnan’da siyasi hayat ve güvenlik belirli ellerin kontrolü altında. Kamu idarelerine ve yargıya, Hizbullah ve Haşdi Şabi’nin temsil ettiği İran’ın egemenliğinde. Yolsuzluk yapanlar, ondan yararlananlar, işbirliği yapanların hepsi bu dairenin içinde yer alıyorlar. Irak ve Lübnan arasındaki şu ana kadar görülen en önemli farklılıklar ise şunlardır: 1- Irak’ta halk hareketi, kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılırken Lübnanlılar, devlet dışındaki tek silahlı güç olan Hizbullah’ın girişebileceği bir “ilga savaşı”ndan geçici olarak uzakta ve güvendeler. 2- Lübnan’da çökmüş ekonomik durum halen protestocuların taleplerine tamamen egemen bir durumda ve henüz İran işgaline değinmedi. Akıllı Lübnanlıların çoğu her ne kadar işgal ile yolsuzluk arasında organik bir bağ olduğunun farkında olsa da halihazırda Hizbullah’ın sahip olduğu aşırı gücü kışkırtmak ve kendisini gösterileri kanlı bir şekilde bastırmaya yöneltmek istemiyorlar. 3- Irak’ta siyasi karar ve hükümet Şii iken ve İran’a bağlı politikaları ve milis güçlerini açıkça temsil ederken Lübnan’da çoğulcudur. Cumhurbaşkanı Hristiyandır. Başbakan ise Sünnidir ve mezhepçi tabanı, İran’ın Hizbullah aracılığıyla ilettiği tehditlere dolaylı bir şekilde meydan okuyarak istifa etmesine izin vermektedir ve vermiştir de. 4- Lübnan İsrail ile komşudur. Bu da İran’ın özel hesaplar ve düzenlemeler yapmasını gerektiriyor. Buna rağmen Tahran, bedeli ne olursa olsun askeri harekat kararı da alabilir. İran, Suriye’nin –federal bir şekilde de olsa- fiili olarak bölünmeye doğru ilerlemesine, topraklarındaki nüfuz paylaşımına, Türkiye’nin yanlış hesaplamalarına, İsrail’deki bütün ikilemleri ile hükümet krizinindevam etmesine paralel olarak koşulların askeri bir müdahale uygun olduğunu düşünebilir. Aynı şekilde ABD’nin kayboluşunun, Rusya’nın sızmalarının ve tüm Avrupa’da görülen karışıklığın egemen olduğu tehlikeli ve puslu bir uluslararası arka planda bunun için tüm şartların elverişli olduğunu düşünüp böyle bir harekata girişebilir. Tahran, dünyanın nükleer anlaşmaya yönelik tutumunda bölüneceğine oynamıştı. Bu bahsi kazandı. Bu nedenle şimdi de özellikle uluslararası topluma inanmak istediği gerekçeleri sunması halinde muhaliflerine karşı askeri bir harekat düzenlemesini engelleyecek herhangi bir strateji üzerinde uzlaşmaktan aciz kalacağını hesap ediyor. Buna rağmen biraz iyimserlikle, Sünnileri şeytanlaştırmaya ve DEAŞ zihniyetine sahipmiş gibi göstermeye çalışan, Tahran’ın teröre karşı mücadeleye (elbette Sünni) ve azınlıkları ondan korumaya katkıda bulunduğu yalanının propagandasını yapan İran projesinin, Şii çevrenin merkezinden şiddetli bir darbe aldığını söyleyebiliriz. Herkesten önce Şiiler hem de bütün sembolliği ile Kerbela’dan bu projeye sert bir darbe indirdiler. Irak Başbakanı Adil Abdulmehdi, bu anormal durumu korumak için istediğini söyleyebilir. Hizbullah Genel Sekreteri, Lübnanlıları savaş ile tehdit ederek, müttefiği Cumhurbaşkanı’nı herhangi bir gerçek siyasi çözümü engellemeye zorlayarak kendi istediğini dayatabileceğine güvenmeyi sürdürebilir. Her şey olabilir. Ancak bugünden sonra Tahran’ın yeni sömürgelerini bastırmakta başarılı olacağının garantisi yok.
مشاركة :