​Ortadoğuda dini kimlik ve çatışma: Irak ziyaretimizle ilgili izlenimler

  • 1/22/2020
  • 00:00
  • 1
  • 0
  • 0
news-picture

David Alton/Birleşik Krallık Parlamentosu Üyesi ve Liverpool Üniversitesinde ProfesörDr. Wael Alaji/Siyaset Bilimci ve Ortadoğu Muhafazakârlar Derneği Sekreteri Arap Baharı devrimleri, akademik çevrelerde eşit vatandaşlık ve insan hakları kavramlarının evrenselliği ile bu kavramların Arap bölgesindeki kültürel ve dini değerlerle uyumu veya uyumsuzluğu hakkında geniş çaplı tartışmalara yol açtı. Arap Baharı devrimlerine İslami siyasi hareketlerin yükselişi eşlik etse de aynı zamanda kırmızı çizgiler olarak kabul edilen konularla ilgili sorular da gündeme geldi. Bunlar arasında Arap dünyasında mezhepçilik, ırkçılık ve kadın hakları gibi meseleler de yer alıyor. Din, genel olarak bireylerin yaşamlarını doğrudan etkilediği gibi Ortadoğu’daki politikalarda da merkezi bir rol oynar. Bununla birlikte bazı ülkelerdeki dini veya mezhepsel bağlılık, bireylerin siyasi ve kamusal yaşamdaki rollerini, onların haklarını ve eğitim ve istihdamdaki fırsatlarını belirlemede önemli bir rol oynamaktadır. Ortadoğudaki çoğu ülke, anayasalarını, yasal sistemlerini ve eğitim müfredatlarını her toplumdaki baskın dini değerlerle uyumlu hale getirme konusunda isteklidir. Bu durum bazen mezhepsel çatışmaları şiddetlendirdi. Suriye, Irak, İran, Yemen ve Lübnanda yaşananlar bunun bir örneğidir. Dini kimliğin önemli bir rol oynadığı Arap-İsrail çatışmasından bahsetmiyoruz bile. Geçtiğimiz aralık ayında Irakı ziyaret etmekten onur duyduk. Ziyaretimiz sırasında farklı mezhep ve ırklardan yetkililer, toplum liderleri ve din adamları ile görüştük. Yaşanan hadiselerden kaynaklı üzüntü ve hayal kırıklığına rağmen özellikle Kürdistan bölgesinde herkes için daha iyi bir gelecek umudunun bulunduğunu fark ettik. Irak ve Suriye, üç İbrahimî din arasındaki karmaşık ilişkinin iki temel örneğidir: Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam. Bu dinler arasında birçok manevi, sosyal ve kültürel ortaklık olmasına rağmen aralarındaki ilişki farklı tarihsel dönemlerde rekabet ve çatışma ile gölgelendi. Bu sorunlu ilişki, her dini, mezhepsel veya bazen etnik gruba özgü bir mazlumiyet söylemine yol açtı. Arap-İsrail çatışması on binlerce Filistinlinin öldürülmesine ve birçoğu hala komşu ülkelerde mülteci olan yüz binlerce insanın yerinden olmasına sebep oldu. Irak ve Suriyedeki mezhep siyaseti ve yıllarca süren çatışmalar, Hıristiyanlar, Yezidiler ve diğer dini ve etnik grupların yanı sıra milyonlarca Arap, Kürt, Sünni ve Şii’nin ölümü ve yerinden olmasıyla neticelendi. Yahudilere gelince bunların sadece 30 bini (İsrail dışında) farklı ülkelere dağılmış durumda. Bunların 17 bini Türkiyede 8 bini ise İranda yaşıyor. Son Irak ziyaretimiz sırasında 1933te Irak ordusunun yaklaşık 5 bin Süryani sivili öldürdüğü Simele Katliamı’nın yapıldığı bölgeye gittik. Dohuk şehrindeki tepelerde onların kemiklerinin kalıntılarını hala görebilirsiniz. Polonyalı avukat Rafaele ‘soykırım’ kelimesini ıstılahlaştırmasında ilham veren olay da Simele Katliamı’ydı. Rafael’in soykırımın karşılığı olacak şekilde kullandığı kelime olan genocide, ırk ve öldürmek anlamlarına gelen genos ve -cide sözcüklerinden oluşuyor. Ayrıca Raphael Lemkin, Nazi soykırımı sırasında ailesinden birkaç kişiyi kaybetti. Ne yazık ki Simele Katliamı Irakta gerçekleştirilen son katliam olmadı. Saddam Hüseyin yönetiminde milyonlarca Şii Araplar, Sünni Kürtler ve Süryaniler vahşice eylemlerle karşı karşıya kaldı. Bu eylemler binlerce kişinin hayatını kaybetmesine ve yerinden olmasına yol açtı. Sonrasında Saddam Hüseyinin çöküşünü takip eden intikamcı ruh, Sünni Arapların marjinalleştirilmesiyle ve ezilmesiyle sonuçlandı. Bu vahşice zulümlerin ardından farklı mezhep ve etnik kökenlerden olan milyonlarca Iraklının yerinden olmasına ve öldürülmesine sebep olan el-Kaide ve DEAŞ gibi örgütler ortaya çıktı. 1970den beri İranın desteklediği mezhepçi bir rejim tarafından yönetilen Suriyede ise aşırılık yanlısı örgütlerin yanı sıra rejim ve müttefiklerinin işlediği suçlar, yaklaşık yarım milyon insanın öldürülmesi ve büyük çoğunluğu Sünni Müslüman olan 10 milyon Suriyelinin yerinden olmasına sebep oldu. Ninova Ovası’nın kuzeyinde bulunan Bardaraş kampında onlarca Suriyeli Kürt mülteciyle görüştük. Bu kişiler, Suriyenin kuzeydoğusundaki son Türk askeri operasyonundan sonra yerlerinden oldular. Bu kişilerden rastgele gerçekleştirilen bombardımanlar, beyaz fosfor kullanımı ve Türkiyeye bağlı olan İslami militan grupların yaptığı ağır ihlallere ilişkin tanıklıklarını dinledik. Konuştuğumuz tüm Iraklılar ve Suriyeliler, İranın ve ondan biraz daha az olacak şekilde Türkiye’nin oynadığı olumsuz rolden bahsettiler. Dinin kamusal yaşamdaki rolünün çeşitli yorumları Ortadoğu siyasetinde önemli rol oynamaktadır. Bu yorumlar mevcut çatışmaların seyrinin etkilemektedir. İran ve Türkiyenin dini, siyasi, ekonomik ve askeri olarak Arap bölgesindeki nüfuzlarını artırmak adına kendilerine bağlı olan siyasi ve askeri gruplar kurma girişimlerinde bu açık bir şekilde görünmektedir. Bu müdahaleler, özellikle 2003 yılında Saddam Hüseyin rejiminin düşmesinden ve 2011deki Arap Baharı devrimleri sonrasında mezhepler arasındaki çatışmaların şiddetini artırdı. Arapların, İranlıların ve Türklerin ezici çoğunluğunun Müslüman olmasına rağmen İranlıların ve Türklerin büyük kısmı, 7’inci yüzyılda İran İmparatorluğunu deviren ve 20’nci yüzyılda ise Osmanlı’nın devrilmesinde müttefiklerin yanında yer alan Arapları hala affetmediler. İran ve Türkiye, Iraktan Libyaya, Suriyeden Yemene ve Lübnan’dan Filistin’e kadar Arap dünyasını paylaşmak ve İslam dünyasının liderliği için yarışıyor. Bu karmaşık ve risklerle dolu olan Arap sahnesi, geleceğe ilişkin çok ciddi tehlikelerin ortaya çıkmasına kapı aralıyor. Arap siyasi, sosyal ve dini elitlerin kapsamlı incelemeler başlatarak acilen bu meseleleri ele almaları gerekiyor. Bununla birlikte ciddi bir özeleştirinin yapılması, eğitim ve medya sektörlerinde köklü reformların gerçekleştirilmesi, mezhepçilik ve yolsuzlukla mücadele edilmesi, eşit vatandaşlık ve insan hakları kültürünün teşvik edilmesi gerekiyor. Sadece Arap bölgesinde değil, tüm dünyada istikrarı tehdit eden bu hızlı bozulmayı durdurmak için bunların dikkate alınması gerekiyor. Zulüm, mezhepçilik, baskı ve şiddetten çokça mustarip olan bir bölgede yapılacak demokratik reform planları ve programları vakit alabilir. Ancak bunlar, bölgenin daha iyi bir geleceğinin olması adına tek umut olarak kalmaya devam ediyor.

مشاركة :