Filistin davasının sorunu Oslodan çok daha ötesindedir

  • 2/9/2020
  • 00:00
  • 2
  • 0
  • 0
news-picture

Yüzyılın Anlaşması’na yöneltilen ve sorumluluğunu 1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşması’na yükleyen yaygın bir eleştiri var. Bu tür bir eleştiri, bazılarında dar ufukluluğa bazılarında ise aşırı sorumluluğa dayanıyor. Oslo Anlaşması gerek gözden geçirilmeyi gerekse eleştiriyi hak ediyor ancak sorumlulukları adil bir biçimde dağıtmak gerekiyor. Bu durumda da doğrusu sorumluğun en büyüğü, Filistin davasının güç dengesindeki nesnel konumuna düşüyor. Ezilen Filistin halkına haksızlık eden bu konum, en büyük sorumluluğu taşıyor. Bu konum, Filistinlilere özel değil çünkü Kürtler de ayrıntılardaki farklara karşın benzer bir durumda. Filistin davasının nesnel konumu, Filistin ve Arap politikalarının kendisini daha umutsuz ve talihsiz yaptığı temeldir. Dünyanın kendisini görmezden gelmesinin nedeni ise ya işgalciyle suç ortaklığı yapması ya da onu caydıracak güce sahip olmamasıdır. Oslo, daha geniş bir bağlamda geçici bir ayrıntıdır. Filistin’in güç dengelerindeki konumunu ele almak uzun bir süre gizliliğe tabi tutuldu. Her taraf diğer tarafı suçlamak için nesnel değil öznel unsurlara odaklanmak istedi. Ama üstünlük hep gizlilik ilkesinin oldu. Çünkü Filistin davasını politika ve kamuoyu tartışmalarından çıkarıp kutsallığa dahil etme konusunda bir fikir birliğini ifade ediyordu. Kutsal olan ise tartışılmazdı. Bunun nedenleri, eski milliyetçilik döneminde yönetimlerin kitleler üzerindeki baskısına ve rejimlere karşı ikiyüzlülük dalgasına uzanmaktadır. Böylece tartışmadan Filistin’in kurtuluşunu isteyen bir halk-devlet oy birliğine vardık. Tartışılmayan sorun kırklı yıllarda başladı. Bu dönemde Maşrık (Doğu Arap bölgesi) ülkelerinin çoğu bağımsızlığını elde etti ve İsrail devleti kuruldu. Bu husu, hiç kimsenin birliğini görmek istemediği tek bir tarihsel sürece benziyor gibiydi. Abdunnasır’ın Arap toplumları üzerinde sarsıcı bir etkisi olmadan Filistin’i kurtaracağı ellili yıllarda ve altmışlı yılların büyük bir bölümünde bu çelişkiyi görmezden gelmek mümkündü. Diğer Arapların tek yapması gereken, kurtuluşu beklerken yaşamlarını normal seyrinde sürdürmeleriydi. Buna paralel olarak, Filistin davasına atfedilen kutsallık gittikçe büyüdü. Öyle ki din gibi yöneticilerin susturamayacağı bir olgu oldu. Bu da siyasi olanın aleyhine sözlü kutsallığı güçlendirdi. Fakat, Filistinlilerin kaderlerini ve davalarının dizginlerini ele almaları, 1967 yılında Abdunnasır’ın aldığı yenilgiden sonra kendi örgütlerini kurmaları ile uzlaşma imkansız göründü. Çünkü Filistin’i çevreleyen toplumlar yaşamlarını bu savaşın son olacağı temeli üzerine düzenlemişti. “Kader savaşları”ndan bahsediyor ama bu savaşlara girişmiyorlardı. Vatanseverliğimizin kıvrımlı doğası ve içindeki bölünmeler nedeniyle, aldatıcı yönetici ile aldatılan yönetileni kapsayan geniş bir grubumuz oldu. Aldatıcı kurtuluşu vaad ederken aldatılan ve başka herhangi bir şey istemesi yasak olan kurtuluşu talep ediyordu. Ancak, kurtuluş talebinde bulunanların ezici bir çoğunluğu gerçekte kendi ülkelerindeki yaşam şartlarına mahkum olmuş toplumlardaki müzakare pozisyonlarını iyileştirmeyi amaçlıyordu. Nitekim daha sonra Hizbullah buna açık bir örnek oluşturdu. İsrail ile savaşmak adına silahlanalım, silahımız ile de dini grubumuzun pozisyonunu güçlendirelim. Bu konuda en güçlü darbe, en güçlü devletten, geçmişte kurtuluş için kendisine güvenilen ülkeden geldi. Yani Enver Sedat Mısırı’ndan. Lübnan da 1983 yılında benzer bir girişimde bulunmayı denedi ama engellendi. Oysa Lübnan’ın amacı, İsrail ile barış anlaşması imzalamaktan çok daha küçük bir amaçtı. Sonrasında Filistinlilerin kendileri, İsrail ile uyumlu bir devlet talep etmeye başladılar ve 1993’te böyle bir devlet oluşumuna sahip oldular. Filistinliler ile Mısırlıları bir yıl sonra Ürdün takip etti. Bugün bile, devletlerin, haklarındaki düşünceler ve İsrail ile ilişkileri bir yana egemenliklerini tamamlamadıkları açıktır. İran gibi komşusundan korkan küçük bir ülke. Terör listelerinde anılmak istemeyen bir ülke. Çatışma konusu bir bölgenin kendisine ait olduğuna dair uluslararası toplumun onayını almak isteyen bir ülke. Hepsi de farklı hızlarda Ortadoğu çatışmasını terk ediyorlar. Arap milliyetçiliğinin oluşması ve devletlerinin güçlenmesiyle bu yaşandı. Dağıldığında ise durum daha da kötüleşti. 1970 ve 1975 yıllarındaki Ürdün ile Lübnan savaşlarında görülen ilk uyarılar, şaşırtıcı sonuçlar taşıdı. Her iki savaş, İsrail ile mücadele hakkıyla bağlantılıydı ama her iki Arap ülkesinde de çatlaklara neden oldu ve Filistin direnişinin ikisinden çıkarılması ile sonuçlandı. Devlet ve toplumları vuran çöküşün ilerlemesiyle kimlik sorunu kurtuluş sorununa üstün geldi. Arap dünyasında her grubun diğer grubun sayısının artmasından korktuğu kimlik sorunuyla Filistinlilerin geri dönme hakkı pratik imkanlarından çoğunu kaybetti. İsrail Yahudileri, bölgedeki azınlıklar ile çoğunluklardan duydukları korkuları gerekçe olarak gösterebilir hale geldi. Her ne kadar aralarında etnik ve dini olarak en radikal olanların, gerekçelere bile ihtiyaç duymadıkları bilinse de. En büyük felaket, son yıllardaki milyonluk göç dalgaları ile ortaya çıktı. İnsani acılar ve sembolizmi dünya ve insanları etkilemez oldu. Suriyeli yazar Firas Hac Yahya şöyle yazar: “21’inci yüzyılın en büyük insani göç dalgasında, bir ay içerisinde, evini barkını bırakıp meçhul bir akıbete yol alan bir milyon kişi olduğu kaydedildi. Rusya-Esed ittifakı, taş üstünde taş bırakmadı. İnsanları öldürdü. Çevreyi yakıp yıktı ve yanmış toprak politikasını uyguladı. İdlib’deki insani yardım ekipleri, yerlerinden edilenlerin ve göç ettirilenlerin sayısı hakkında boş bir açıklama yayınladı. Zira sayılar değerini kaybetti. Dünya gözünü ve kulaklarını kapatıp yüzünü İdlib ve halkından çevirmişken istatistikler gerçeği değiştiremiyor.” Bu bir milyon kişi arasında Filistinliler gibi bir gün kovuldukları evlerine dönme umudu ile anahtarlarını boyunlarına asan çok sayıda kişi görülecektir. Bu da mı Oslo’nun etkilerinden?

مشاركة :