Lübnan Hizbullah milis gücü Genel Sekreteri’nin iki gün içinde yeniden bir konuşma yapması kararlaştırılmış bulunuyor. Bu, Almanya’nın Hizbullah’ı “terör örgütü” deklare etmesinden sonraki ilk konuşma olacak. Keza Lübnan hükümetinin amacının ülkeyi açlık felaketinden ve iflas durumundan kurtarmak olduğunu öne sürdüğü, ekonomik düzeyde “tarihi” olarak nitelediği planı açıklamasından sonra da. Uzun bir süre önce bu kanaate ulaşmış olan ülkeler, örgütler ve kişiler olsun birçokları açısından Almanya’nın bu resmi tutumu yeni bir şey eklemiyor. Fakat aynı zamanda, daha geniş siyasi sonuçları sorgulamanın kapısını aralıyor. Gerçek şu ki, uzun bir süre “parti” statüsünden yararlanan bu milis gücü, topraktan fışkıran ve kendi gücü ile serpilip gelişen bir yaban otu değildir. Aksine, ideolojik, örgütsel, finansal, stratejik ve lojistik olarak tamamen – bizzat Genel Sekreterinin itirafıyla- İran Devrim Muhafızlarına ve kendisini kuran dini kuruma bağlıdır. Demek istediğim, Almanya hükümeti gibi bir farkındalığa sahip bir hükümet, sadece dalı görüp ağacın kendisini görmüyor olamaz. Almanya’nın Lübnan’ı işgal eden, Suriye’de insanları yerlerinden eden, Irak’ta yakıp yıkan ve Yemen’de terörü destekleyen bir milis gücünün “terör örgütü” saymaması mümkün değil. Ancak buna rağmen, İranın nükleer bir programa sahip olma hakkı olduğunu düşünmeye devam ediyor. Alman hükümeti gibi bilge bir hükümetin, İran Devrim Muhafızları liderlerinin dile getirdikleri –övündükleri- saldırgan niyetleri, BM üyesi dört Arap ülkesinin fiili olarak İran tarafından işgalini, uluslararası sulardaki tacizleri görmezden gelmesi akıl alır değildir. Parçayı bütünden ayırmamalı. Bu noktada Lübnan ve Suriye sahneleri tüm sefaletleri ile karşımızda duruyorlar. Lübnan’da, Saad Hariri’nin istifasından sonra mevcut hükümet deklare edildiğinde hangi parmak izlerini taşıdığı, hangi programı benimsediği ve hangi arka planlara göre hareket edeceği açık ve netti. Bu nedenle akıllı kişiler çok vakit kaybetmen kendisini “Hizbullah hükümeti” olarak adlandırdılar ki gerçekten de öyle. Çünkü 21 Ocak’taki kuruluşundan itibaren siyasal intikam ve kötücülüğün zihniyetini somutlaştırıyor, her hak iddiasında sorumluluklarından kaçıyor ve adeta tüm insanlığın günahlarını Lübnan tarihinin son 30 yılına yüklüyor. Eski hükümetin istifasına yol açan Ekim devrimi bile çirkin bir biçimde kullanıldı. Seçici kötülüğün hedefleri için bir gerekçeye dönüştürüldü. Mevcut dönemin – ki kendisi Hizbullah’ın dönemidir- vitrinin yoğun çabaları, önce kendisi kandırılmış şimdi de kendisi insanları kandıran grupların çabaları ile birleşerek, yolsuzluğun 1990 yılında Lübnan iç savaşı bittikten sonra doğduğunu öne sürüyor. Yani onlara göre Taif Anlaşmasından önce yolsuzluk yoktu. Uzlaşı ve anayasaya karşı komplo kuranlar nezdinde “ulusal uzlaşıyı” hedef almak yolsuzlukla mücadele ile eş anlamlı hale geldi. Bunu da sanki insanların hafızaları ya da belgeler, hangi tarafların Lübnanı kendisinden kurtarmak ve hangilerinin her fırsatta kendisine kötülük yapmak için çalıştıklarına tanık olan bir uluslararası toplum yokmuş gibi tarihi tahrif etmek yoluyla yapıyorlar. Hizbullah dönemi figürleri, Lübnan’da son 30 yıl boyunca yıkımdan kaçınmak için “geleceğe dönük bir plan” benimsenmediğini öne sürdüklerinde, bir dizi uluslararası konferansta sunulan çalışma planına dayanarak Lübnan’ı destekleyen ve destek sözü veren Arap ve dünya ülkelerinin çabalarını yok saymış oluyorlar. Hizbullah dönemi “vitrinlerinin” silah gücü ile korunmuş yağma, saçma savaşlar, mezhepçilik ve kinci yıkımın yolsuzluğun yayılmasındaki sorumluluğunu görmezden gelmeleri için de aynı şey geçerli. Çünkü gayeleri, ne yeniden imar ne de kurumları korumak ve kalkınma çarkını harekete geçirmek değil intikam almak. Evet, gaye anayasal darbe ve demografik değişime paralel olarak bankacılık ve turizm sektörleri dahil kurumları, Lübnan’ın Arap ve dünya ülkeleri ile ilişkilerini yıkmaktır. Bu vitrinler dün, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian’ın da sözlerini çarpıtmayı denediler. Ama bu deneme aşikar ve oldukça zavallıydı. Nitekim Fransa’nın uluslararası toplum adına verdiği resmi karşılıkta net bir şekilde şu vurgulandı: “Reformları hayata geçirmedikçe Lübnan’a finansal destek verilmeyecek. 2018 yılında (Hizbullah ve Avn ittifakının kendisini önlemesi nedeniyle) elde edilmeyeni onların kendi özgür iradeleriyle elde etmeleri beklenmiyor. Bu sayfanın kapandığı (Lübnan’a mali yardımda bulunmak) kanaatine ulaştık” Lübnan’daki bu intihar etme “mahareti” Suriye’de 2011 yılından hatta öncesinden beri süregidiyor. Esed rejiminin destekçileri, ömrünü bugüne kadar uzatmak için bir dizi yerel, bölgesel ve küresel faktörlere yatırım yapmayı başardılar. Kendi amaçları için başarısız bir rejimi koruyan herkesin şimdi ya öncelikleri farklılaştı ya da bileşiminde sonunun nedenlerini taşıyan bir rejimi korumanın saçmalığını fark ettiler. İranlılar, Ruslar ve İsraillilerin çıkarları, biri demokratik diğer İslami olmak üzere iki alternatif de reddedildiği sürece var olan “posta kutusunu” elde tutmaya devam etme noktasında kesişmişti. Barack Obama’nın İran ile anlaşmaya hevesli olması Suriye halkının devriminin ölü doğmasına neden oldu. İki uluslararası aktörün öncelikleri arasındaki farklar ortaya çıkmadan ve bölünme yönetimin içine kadar uzanmadan önce bile. Dün ve bugün, 2013 yılında rejim güçlerinin gerçekleştirdiği, yüzlerce sivilin hayatını kaybettiği, Suriye savaşındaki en kötü mezhepçi katliamlardan sayılan el-Beyda ve Ras el-Neba’a (Banyas şehri yakınlarında) katliamlarının yıldönümü. O zamandan bu yana, İdlib’den Kamışlıya, Humus’tan Suveyda, Dera ve Şam kırsalına kadar Suriye toprakları boyunca birçok katliam yaşandı. İran- Rejim öldürme makinesi yüz binlerce hatta milyonlarca kişiyi yerinden ve yurdundan etmek ve Suriye’yi yerle bir etmek konusunda üstün bir maharet gösterdi. Ancak Lübnan’da olduğu gibi Şam’daki rejimin de uluslararası tutum ve okumalar değişirken kaçacağı bir yer kalmadı. Washington’da mevcut Cumhuriyetçi idarenin –en azından- İran’ın Suriye’den çıkarılması varsayımının ötesine geçtiği ama Esed rejiminin kalmasını desteklediği anlaşılıyor. Her ne kadar ABD’nin Rus kuvvetlerinin Suriye topraklarında kalmasına bir itirazı olmadığı bilinse de Rusya’nın Esed rejimine karşı eskisinden daha az istekli olduğu görülüyor. Dolayısıyla, yapılacak en kolay şey siyasi geçişe hazırlanmaktır. İsraillilerin kişi olarak Esed’in varlığının stratejik değerlendirmelerde artık önemli olmadığını düşündükleri de dikkate alınmalı. Son olarak, Lübnan ve Suriye’de tek bir işgal var. Ama sorun şu ki, Fransız dahi Charles Talleyrand’ın şu sözü bu iki ülkedeki işgalin adamlarına tam anlamıyla uyuyor: “Hiçbir şey öğrenmediler ve hiçbir şeyi unutmadılar.”
مشاركة :