Edward Saidin ilk kez 1977de yayınlanan ‘Oryantalizm’ kitabını okurken, İngiliz oryantalist Sir Hamilton Gibb’ten haz etmediğini, Fransız oryantalist Louis Massignona ise sempatiyle yaklaştığını düşünmüştüm. Edward Said, Gibb’in sömürgeci kurumlarla ilişkisine işaret ederek yargılıyor, Massignon’un ilk gençliğinde doğudaki Fransız sömürgelerinde muvazzaf olarak çalışmış olmasına rağmen büyük ölçüde ‘ruhen bağımsız’ kalmayı başarabildiğini savunuyordu. Massignonun Hallac-ı Mansur hakkındaki bir kitabını okumuştum. Ancak o ana kadar Hamilton Gibb’in sadece Maverdi hakkındaki birkaç makalesine göz gezdirebilmiştim. Bir ara üniversite kütüphanesinden Gibb’e ait birkaç kitabı ödünç aldım. Bu kitaplardan birinin başlığı ‘İslam nereye gidiyor?’’ idi ve 1950’li yıllarda basılmıştı. Gibb bu kitabında ‘İslam’ın kaderinin ve geleceğinin’ iki şeye bağlı olduğunu söylüyordu. Bunlar gelenekten tamamen kopmaksızın dini reformun gerçekleşmesi ve çağdaş ulus devletlerin oluşturulmasıydı. Yanlış hatırlamıyorsam Gibb, ulus devlet kurma girişimlerinin dini reform çabalarından daha başarılı olduğuna değiniyordu. Bu duruma örnek olarak da, Türkiye, Mısır ve İran’daki ulus devletleri gösteriyordu. Eğer bir aksilik olmaz ve ulus devletlerin gelişimi bu yönde ilerlemeye devam ederse dini ve siyasi çevreler arasında çatışmanın kaçınılmaz olacağını belirtiyordu. Bu kaçınılmaz çatışmanın klasik tarihten beri birlikte ilerleyen bu iki temel hususa da zararları olacağını ekliyordu. Sanırım bu çıkarımı yapmak o kadar da zor değildi. Nitekim o dönemlerde Mısır devleti ve İhvan arasındaki çatışmalar gün yüzüne çıkmıştı. İroni barındıran konu ise Gibb’in İngilizlerin ve ABD’lilerin ‘şahı ve çıkarlarını korumak adına’ ulusçu Musaddık’a darbe yapmasının İran’daki ulus devlet anlayışını zayıflatacağına herhangi bir şekilde değinmemiş olmasıydı. Sayın Nezih el-Eyyubi’nin “Arap Devletlerini Abartmak” (1994) adlı kitabında teşhis ettiğine göre Ortadoğu’daki devlet mekanizmalarındaki tıkanmalar ve 2011’den sonraki süreç bu iki tarafın da, yani ulus devler ve siyasi dini çevrelerin de üstüne ‘şüphe gölgeleri’ düşürdü. İslam nereye gitmekteydi? İslam ve Arap ülkelerindeki ulus devletler nereye sürüklenmekteydi? Yakın geçmişte salt Araplar ve Müslümanların meseleleriyle ilgiliymiş gibi görülen bu sorunlar, şimdilerde küresel çapta sorgulamalara dönüşmüş durumda. Sovyetler Birliği’nin 1990’da dağılması ve ABD’nin egemenliğinin ilan edilmesinin üstünden henüz 10 yıl geçmişken, bazı çevrelerde bu sorgulamalar başlamıştı. Batılı strateji uzmanları arasındaki iyimser yaklaşım çok uzun sürmemişti. Huntington, Fukuyama ve diğer sağcı yazarlar arasından aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Şüphesiz Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ‘liberal devlet sistemi’ bir zafer kazanmıştı. Başarısının sırrı sadece genişlettiği bireysel özgürlüklerde değil, aynı zamanda ‘serbest piyasada’, özel sektörün ve iletişim araçlarının yaygınlaşmasında gizliydi. Strateji uzmanları son 10 yıldır, özellikle korona salgını sonrasında ‘küresel devlet sistemindeki’ sorunların sebepleri üzerinde ihtilafa düşmüş durumda. Bazıları bu sorunları 2001’deki 11 Eylül Saldırıları’nın ardından yaşanan savaşlara bağlamaktadır. Bir diğer grup ise sistemin tıkanıklığını, kendisini 2008-2009 krizlerinde gösteren piyasa koşulları ile ilişkilendirmektedir. Hâsılı kelam, illetler ve sebepler üzerindeki tartışmalardan bağımsız olarak Batı dünyası ve ABD’nin sorumluluğundaki ‘küresel dünya sisteminin’ kırılgan olduğu ve güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olmadığı anlaşılmıştır. Tüm askeri ve ekonomik imkânlara rağmen mali ve ekonomik olarak mevcut sistemin çökebileceği görülmüştür. Son olarak ABD ve Avrupa’daki gelişmiş devletlerin vatandaşlarını ‘salgına’ karşı koruyamadığı açıklık kazanmıştır. Nitekim bazı tepkiler, veba karşısındaki Ortaçağ şaşkınlığını anımsatmaktadır. Dünya nereye gitmektedir? Korona salgınından önce de dile getirilen ‘karamsar düşünceler’ vardı. Bu düşüncelere göre özellikle küresel ısınma sebebiyle ulus devletler ve mevcut yönetimler çaresiz kalacaktı. Çevre kirliliğinin aşırı boyutlara ulaşması, doğanın dengesini bozacak, kıtlıklar baş gösterecek, bunun sonucunda da on milyonlarca insan göç etmek zorunda kalacaktı. Tüm bunlarla baş edebilmek için küresel bir sistemin ya da küresel bir hükümetin kurulması zorunluluk arz ediyordu. Böylelikle ulus devletlerin uygulamayı reddettiği politikalar belirlenebilecek ve insan hayatının kurtarılması mümkün olabilecekti. Bu düşüncelerin yakın gelecekte uygulanabilir olduğundan şüpheliyim. Salgın ve benzeri felaketlerin neden olacağı kargaşanın, otoriter devletlerin güçlenmesiyle sonuçlanacağını öngörebilirim. Bu tür felaketlerle baş etmek için diktatörlüklere ve Çin rejimi benzeri totaliter yönetimlere gidilebilir. Bazıları aksini savunsa da Çin’deki totaliter rejim salgınla mücadelede başarılı olamamıştır. Hatta salgının büyümesinin ana sebeplerinden biri de bu yönetim biçimidir diyebilirim. Diğer yandan ‘gerçekçi stratejik yaklaşım’ diye addedebileceğimiz yaklaşımı benimseyen taraflar, ulus devletlerin zayıflatılması değil güçlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Güçlendirilmiş ulus devletler, mevcut ‘küresel düzeni’ destekleyerek olumlu yönde dönüşümünü sağlayabilir. Küresel düzenin iki temel görevi olmalıdır; şu an Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) yaptığından daha aktif bir şekilde uluslararası düzeyde güvenliğin sağlanması ve kaosun önüne geçebilmek için olabildiğince adil bir paylaşım sisteminin kurulmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletlere bağlı yardım kuruluşları bunun mümkün olabileceğini eylemleriyle kanıtlamıştır. Kanada’nın BM Temsilcisi aylar önce “Eğer BMGK, BM’nin diğer sivil kurumları gibi aktif çalışabilseydi dünya şu anda daha sakin ve istikrarlı olabilirdi” demişti. Salgının yayılması, ekonominin çökme aşamasına gelmesi, insanların kötü yaşam koşullarına maruz kalması nedeniyle hem bizde hem de dünyada karamsar görüşler yaygınlık kazandı. ABD ve gelişmiş Avrupa ülkelerindeki hastanelerin yetersizliği ve yaşlıların ölüme terk edilişi örnek gösterilerek ‘Batı dünyasının’ dünyanın takdirini ya da dünya liderliğini hak etmediğini söyleyenler var. Maalesef bu görüşlerde haklılık payı yok değil. Korona salgını karşısındaki acizlik, herhangi bir devlet ya da halk ile sınırlı değildir. İnsanın hastalık ve ölüm korkusuyla ilgilidir. Bizim ülkelerimizde de benzerleri yaşanmıştır. Ancak yoksul insanlarla dayanışma örnekleri de vardır. Biz ve dünya, yıllar boyunca Suriye’de yaşanan drama uzaktan şahitlik ettik, insani yardım kuruluşlarında çalışanlar dışında kimse bu ülkede yaşananlarla gerekli insani ilgiyi göstermedi. Uluslararası ve bölgesel devletler durumu, bu insani ve maddi yıkımın ortasında bölgesel nüfuzlarını artırmak için birer fırsat gördüler. İbni Haldun, Mukaddime eserinde, Hicri 749 – Miladi 1348 senesinde yaşanan veba salgınının insan ve mimari üzerindeki etkilerini anlattıktan sonra şöyle yazmıştı: “Koşullar tamamen değiştiğinde sanki ahlaki yaklaşım da kökünden değişiyor. Tüm dünya yeni bir yaratılışa maruz kalmış gibi. Sanki yeni bir dünya şekilleniyor.” Evet, dünya, korona sonrasında artık o eski dünya olmayacaktır. İnsanı ve toplumu korumak için güçlü, nezih ve adil ulus devletlerin herhangi bir alternatifi de bulunmamaktadır.
مشاركة :