Birbirine karışmış ve her biri birden fazla tarafa ya da bölgesel güce bağlı 10 Arap başkentinin varlığı, Arapların Osmanlı sarığı ve sonrasında sömürgeci güçlerin miğferinden kurtulmalarının gerçek bağımsızlık motivasyonları ile değil de “rastgele” gerçekleştiği anlamına geliyor. İlgili devletlerin çoğunun hala devam eden mezhepsel, etnik, ırksal, bölgesel ve kabilevi savaşlardan bitkin düştüğüne işaret ediyor. Bağımsızlıktan sonra farklı gruplara haklarını verme zamanı gelince mevcut tüm patlamaların yaşandığı, bunun kanlı ve yıkıcı savaşları, yıkıcı “sarsıntıları” tetiklediğini gösteriyor. Arapların, dört yüzyılı aşkın bir zillet, aşağılama ve kölelikten sonra Osmanlı sarığından kurtulma isteklerinin temel faktörü, ulusal bağımsızlıklarını ve varlıklarını geri kazanmaktı. Dört Halife dönemi ya da Emevi ve Abbasi dönemlerinde olsun “tek bir halk” olan Araplar bu dönemde bölünme ve parçalanma hastalığına yakalanmışlardı. Ancak, bağımsızlıklarını kazanmak yerine bu kez, Osmanlı’nın mirasını paylaşan sömürgeci güçlerin hakimiyeti altına girdiler. Bu güçler de bugün mezhepsel ve etnik hastalıklara yakalanan yapay devletler ve devletçikler kurdular. Kaybolan “topraklarını” geri alma hakkına sahip olduklarına inanan kimi bölgesel ülkelerin, bu hastalıklardan yararlanma alışkanlık haline getirmesi nedeniyle de bütün bu trajik savaşlar yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Bilindiği gibi, Arap ülkelerinde “ulusal yayılma” adı verilen ve kırklı, ellili, altmışlı yıllarda zirve noktasına ulaşan bir dönem yaşanmştı. Ancak, bölgenin “Arap vicdanı” sloganını benimseyen askeri darbeler hastalığına yakalanması bu aşamayı bütün parıltısı ile sona erdirdi. Çünkü bizzat bu darbeleri gerçekleştirenler, çok geçmeden bu sloganı bir kenara itip yerine hapishaneler ve cezaevleri inşa ettiler. Bu şekilde söz konusu darbeci rejimlerin tamamı, kalıntıları hala birçok Arap ülkesinde yaşananların nedeni olan otoriter figürler ürettiler. Asıl önemli olan, şu anda Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya, Somali ve Sudan’nın yanısıra diğer bazı ülkelerde olup bitenlerin, gerçek ve fiili hiçbir başarı elde edemeyen devrimci haykırışlar döneminin ürünü olduklarıdır. En büyük felaket ise, ABD yayılmacılığına eşlik eden “mirasçı”nın 1979 yılında gerçekleşen devrimden sonra Humeyni’nin sarığının altından çıkan, Fars ve Safevi etmenlere dayanan mezhepçilik olmasıdır. Buna bir de Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı Körfez Arap ülkeleri ile Kaddafi’nin eski Cemahireyisi’nde yani Libya’da askeri olarak genişlemek için kullandığı “Osmanlı hayalleri” eklendi. Bu da, biz Arapların haklarını elde etmelerinin çok maliyetli olacağı anlamına geliyor. Bu maliyeti yakında hem de çok yakında ödemek zorunda kalacağız. Bu noktada şunu tekrarlamak ve söylemek zorundayız: Ortadoğu bölgesini hedef alan, Bağdat’ı aşıp Şam, Beyrut ve Sana gibi Arap başkentlerini de ele geçiren bu ilerleyiş, mezhepsel görünse de aslında Fars- Safevi etiketine dayanmaktadır. Irak’ta Hz. Ali’ni kılıcı “Zülfikar” saydıkları İran kılıçlarıyla – ki bu yalan ve kandırmacadır- kardeşlerini öldürenler bu noktayı çok anlamalıdır. Hz. Hüseyin’in intikamını aldıklarını iddia edenlerin tamamı, Kasım Süleymani ile İran’ın dört Arap başkentini kontrol ettiği ile övünenlerin asıl amaçlarının, “Hüseyin”imizin intikamını almak olmadığını anlamak zorundadır. Onların amacı, kaybolan Pers İmparatorluğu’nu yeniden kurmak, Şah İsmail’in kurduğu Safevi devletinin Irak’taki topraklarını, Arap kahramanlarının çok uzun zaman önce kendisini atları için bir ahıra çevirdikleri “Kisra Sarayı”nı geri almaktır. 1979’un Şubat ayında Humeyni devriminin başarılı olmasından sonra Tahran’ı ilk ziyaret eden isim Yaser Arafat (Ebu Ammar) olmuştu. Arafat bu ziyaretinde Humeyni’ye Arapların mesajını taşıyordu. Bu mesajda, Arapların bu devrimin Arap-İran ilişkileri “yolculuğu”nda yeni bir sayfa açtığını, savaş ve çatışmalar döneminin kapandığını düşündükleri belirtiliyordu. Ama Filistin liderinin, İran’ın işgal ettiği Birleşik Arap Emrilikleri’ne (BAE) ait üç adanın geri verilmesi talebine Humeyni’nin verdiği yanıt büyük bir hayalkırıklığı yarattı. Humeyni, bu adaların İran’a ait olduğu ve sonsuza kadar böyle kalacağı karşılığını vermişti. Düşmandan alıntı yapmanın doğru olmayacağını düşünenler olabilir ama İsrail Genelkurmay Başkanı Aviv Kochavi’nin sözleri gerçeğin kendisi ise yapacak bir şey yok. Geçen hafta çarşamba günü yaptığı açıklamada Kochavi şöyle dedi: “Bugün İran en büyük düşmanımız ama İsrail’den çok Körfez ülkeleri ve diğer Arap ülkelerinin aleyhine çalışıyor”. Ne yazık ki bu gerçeğin ta kendisidir. Zira Beyrut’un güney banliyösünün silahlı bir İran kolonisine dönüştürülmesi, İsrail’e karşı alınmış bir önlem olmaktan çok İran’ın ajandasına hizmet etmeleri için diğer Lübnanlı oluşumlara boyun eğdirmeyi amaçlayan bir adımdır. İsrail neredeyse her gün, savaş uçakları ve füzeleriyle Suriye’nin çeşitli bölgelerini ve burada bulunan İran kuvvetlerini vuruyor. Ama ne İran ne de Suriye bu saldırılara karşılık vermiyor. Yine bilindiği gibi İsrailliler, işgal etmiş oldukları Golan Tepeleri’ni topraklarına kattıklarını deklare ettiler. Buna karşılık, Beyrut’un güney banliyösü, Basra, Bağdat ve Necef’le meşgul olan “Tarzan” General Kasım Süleymani buna küçücük bir tepki göstermedi. İşte biz Araplar böyle bir acı gerçek ile karşı karşıyayız. Nitekim, Osmanlı Halifesi Recep Tayyip Erdoğan da bir keresinde böbürlenerek, izin istemeden istediği her Arap başkentine gitme hakkına sahip olduğunu söylemişti. Çünkü ona göre bu bölgeler geçmişte Osmanlı’nın topraklarıydı ve kendisi de bugün bölgenin tamamında Osmanlı’nın varisidir. Erdoğan’ın askeri ve siyasi olarak Libya’ya uzanmasının ve es-Serrac hükümeti ile ittifak yapmasının arkasındaki etmenler de “Osmanlı” kaynaklıdır. Öte yandan, Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri bilindiği gibi çok iyidir. İsrail uçakları her gün Türk hava sahasını ihlal ediyorlar ama kendilerine uyarı roketleriyle bile karşılık verilmiyor. Son olarak şunun altını çizmeliyiz: İstisnasız tüm Arap ülkeleri bu tehlikeli dönem ile karşı karşıya bulunuyor. İran’ın Fars emelleri, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de olsun somut bir gerçeklik olarak sahada bulunuyor. Akdeniz sularını aşarak Libya’ya ulaşan yeni Osmanlı emelleri de kendisine eşlik ediyor. Gelecek günler büyük süprizlere gebe. Arap ülkelerinin tamamının bölgesel hesaplarını yeniden gözden geçirmesi, eski Fars imparatorluğunun gerçek bir diriliş yaşadığını, Erdoğan’ın bölgede Osmanlı Hilafeti’nin varisi olarak hareket etmeye başladığını dikkate alması gerekiyor. Karşı karşıya olduğumuz en büyük felaket, Arapların “sallantılı” bir durumda olmalarıdır. Bazı Arapların, Araplıklarından vazgeçerek Türkiye-Osmanlı ve Fars denkleminde etkisiz bir sayıya dönüşmeyi kabullenmeleridir. İşler böyle gitmeye devam ederse Arap dünyasının –tamamı olmasa da bir bölümünün- Safevi ve Osmanlı dönemindeki durumuna geri dönmesi uzak bir ihtimal değildir. Ne kadar acıdır ki, Arap ülkelerinin çoğu sarsılmış hatta bazıları hükümetsiz yönetilecek kadar aciz ve çaresiz bir durumda. Yani, acil bir kurtarma operasyonu düzenlenmezse bu yeni yüzyıl, Arapların tarihlerindeki en kötü dönem olacak.
مشاركة :