Sahabi Ebu Zer el-Gıfari’nin, “Evinde ekmek olmadığı halde kınından sıyrılmış kılıcıyla başkaldırmayan adama şaşarım” sözü ile Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın, “Hizbullah’ın bütçesi, maaşları, masrafları, yemesi ve içmesi, silahları, roketleri hep İran İslam Cumhuriyeti tarafından karşılanmaktadır. Bu konu hiç kimseyi ilgilendirmez!” sözü arasındaki uçurum ne kadar büyük. Nasrallah, bir başka vesile ile de, “İran’da para oldukça bizde de var” anlamına gelen bir ifade kullanmıştı. Şiiliğin politik kültürünün iki yönü arasında bundan daha büyük bir çelişki yoktur. 1979’dan itibaren bütün bir mirası, asil bir kültürü, köklü bir kimliği çarpık hale getiren yolsuzluğu, yolsuzları, büyüklenen ve böbürlenenleri, kibir ve gururu reddeden sahabe ekolünün temizliği ile yalan yere mazlumiyet ve adalet sloganları atanlar arasında bundan büyük bir zıtlık yoktur. Samimi züht, temiz bir niyet ve dil ile zayıfları ve haksızlığa uğramışları korumak sloganını intikam, nefret, fitne ve hegemonya için bir silah gibi kullananlar arasında bundan daha büyük bir aykırılık yoktur. Bugün İran şehirleri ayaklandıysa, temiz, zahit, hakkı söylemekte hiç kimseden korkmayan cesur Ebu Zer’in yukarıda yer verdiğimiz sözünde belirtmiş olduğu anlaşılır nedenden dolayı ayaklanmışlardır. Doğrusu Sircan, İsfahan ve Kerec’de aç ve mazlum İranlı Şii, Kerbela, el-Hille, Nasiriye ve Bağdat’ın el-Tahrir Meydanı’ndaki Iraklıdan daha az ya da çok Şii değil. Aynı şekilde “büyükelçilikler”in çekleriyle“direniş”e komplo kurmakta Kafr Ruman, Sur ve Nebatiye’deki Lübnanlı Şii ile rekabet etmiyor. Her ne kadar bizzat Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın tanıklığı ile bu “direniş” 2006’dan bu yana İsrail’e karşı tek bir kurşun bile atmamış olsa da. Bugün Irak ve Lübnan’da tanık olduklarımızın yankısı İran’da görülüyor. Ama asıl neden, ekmek parası ve iş fırsatlarıdır. Dinin arkasına saklanan, kapalılık, hoşgörüsüzlük, düşman üretme ve uyuşturucuyu teşvik etme yoluyla toplumunu tahrip eden “mafyavari” silahın ektiği yolsuzluktan uzak sağlam ve hoşgörülü bir toplum isteğidir. Yıllardır İran’dan gelen raporlar, gençler zorla bilinmezliğe sürüklenirken İran’ın sosyal dokusunda yayılan toplumsal hastalıklardan bahsediyordu. Korkunç bir ihmal ve kamu hizmetlerinin utanç verici bir şekilde kötü yönetimini ortaya çıkarıyordu. Silah gücünün finansal yolsuzlukla bütünleştiği ve Humeyni- Hamaney deneyiminin ihraç edildiği her yerde genelleştirilen milis- mafya projelerinin ardındaki sessiz acıyı meydana çıkarıyordu. Kanlı bastırma eylemleri, egemen olduğu ülke ve halkların zenginliklerini sistematik bir şekilde yağmalayan İran Devrim Muhafızları modellerinin bulunduğu her yerde gizli olan o sıkıntıyı açığa çıkarıyordu. Hizbullah’ın Lübnan’da yaptıkları ve yapmayı sürdürdüklerini Lübnanlılar çok iyi biliyorlar. Refik Hariri suikasti, 2005’ten önce Suriye-Lübnan güvenlik birimi arkasına gizlenen Tahran hegemonyasına karşı ayaklanmanın şehitlerinin ölümünü soruşturmak için kurulan uluslararası mahkeme ile işbirliği yapmayı reddettiği andan itibaren onu çok iyi tanıyorlar. Bugün “azınlıkların ittifakı” projesinin bir modeli olması için üretmiş olduğu gücün arkasından emreden, tehdit eden ve hainlikle suçlayan, yasaklayan Hizbullah’ı çok iyi biliyorlar. Aynı zamanda Suriyeliler de Tahran’ın görevlendirmesi ile Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Tugayı ile Iraklı, Afgan ve Pakistanlı mezhepçi milislerinin Suriye’de neler yaptıkların çok iyi biliyorlar. DEAŞ sayfasının kapanması ile bugün Irak’ın gözünün önündeki perde de kalktı. Tahran rejiminin takipçileri, uzun bir süre DEAŞ’ı bir korkuluk gibi kullanarak ondan faydalanmış, ülkelerini Tahran’dan uzaktan kontrol sistemi ile yönetilen tabi ve bağımlı bir ülkeye dönüştürmüşlerdi. Bu sayede varlığıyla bile ordunun konumuna meydan okuyan, dışa bağlı paralel bir ordu gibi olan milis güçlerinin silahlarını meşrulaştırmışlardı. Ancak son ayaklanmada asıl dikkat çekici olan nokta, ne yaralı Musul ne de mazlum Felluce’de değil Kerbela, Necef, el-Hille, Nasiriye, Basra ve Amara gibi Şii şehirlerde başlamış olmasıdır. Büyük yalan sona erdi ve onunla birlikte korku da sona erdi. Lübnan’dan Irak’a, kuzeyinden güneyine ve doğusundan batısına İran’a halkların açlık ve yolsuzluk ile yaşaması artık mümkün değil. İran gibi zengin doğal kaynaklar ile dolu, dünyadaki 4. büyük petrol rezervine sahip bir ülkenin yakıt krizi yaşaması akıl alır gibi değil. Böyle bir ülkenin liderliğinin, dışarıda maceralar girişerek 82 milyona ulaşan halkının acil ihtiyaçlarını ele almaktan ve gidermekten kaçınması inanılmaz. Bizzat devlet başkanı 60 milyon vatandaşın hükümetin desteğine ihtiyacı olduğunu itiraf ederken milis güçlerinin ve mafya çetelerinin ülkenin kaynaklarını nükleer hegemonya hayaline harcamaları, Devrim Muhafızları’na bağlı kurumların ülkenin GSYİH’nin üçte birini kontrol etmesi akıl almaz bir şey. Aynı şekilde, bağımsızlığını kazandığı andan itibaren hizmet ekonomisi ve turizm sayesinde gelişen, mükemmel bir tarımsal, ticari ve kültürel potansiyele sahip Lübnan gibi bir ülkenin, direnmeyen bir “direniş ekonomisi”ne teslim olması mantık dışıdır. Bunun için yurt dışı yatırımlardan mahrum kalmaya, en iyi potansiyellerinin onu terk etmesine, bir milis gücünün sivil ve güvenlik kurumları üzerinde egemen olmasına sessiz kalarak bunu kabullenmesi hiçbir şekilde mantıklı değildir. Irak’ta da durum çok farklı değil. Lübnan’da milis güçleri tarafından korunanlar ile ilgili yolsuzluk ve yağma suçlamaları nasıl havada uçuşuyorsa aynı şekilde Irak’ta da raporlar, rejimin etkili şahsiyetlerinin 2003’ten itibaren şüpheli anlaşmalarla biriktirmiş oldukları ve milyarlarca dolara ulaşan servetlerine ilişkin hayali rakamlardan bahasediyorlar. İran Devrim Muhafızları’nın mafyavari sistemine ve uzantılarına yönelik ABD yaptırımlarının temsil ettiği bir dış ekonomik baskı olduğu doğru. Ancak sorun öncelikle bu sistemin düşünce ve davranışlarında yatıyor. Her yerde ve her dönemde herhangi bir siyasi rejimin önceliği, insanlarının veya vatandaşlarının çıkarları olmalıdır. Bu nedenle, iktidarın bileşenlerinin niyetleri, yan çıkarları ya da siyasi bakış açıları ne olursa olsun vatandaşlarını memnun edemeyen her iktidar varlık nedenini kaybetmiş demektir. Gelişmiş ülkelerde sorumlu demokrasi vatandaşlara seslerini iletme fırsatı sağladı. Daha sonra da kendilerine yetki verdikleri kişilerin, kendilerini memnun etmemeleri ya da umutlarını gerçekleştirmekte başarısız olmaları durumunda onları değiştirme hakkı verdi. Bunun yanısıra hoşgörüye, çoğulculuğu kabullenmeye ve baskı olmadan birlikte yaşamaya olanak tanıdı. Ancak Humeyni-Hamaney modeli İranlıları hayalkırıklığına uğratırken komşuları için bir felaket oldu. Öyle ki ciddi her gözlemci, bölgedeki herhangi bir değişimin İran’da da değişimi içermesi gerektiği konusunda hemfikirdir. Tahran’ın kalbindeki değişim, Doğu Arap bölgesinin tamamındaki güvenli ve olumlu değişimin garantisidir.
مشاركة :